
ARAYIŞ
Yine sus pusum, zindanlarda uykusuzum.
Puslar içinde pusum.
Ruhumun derinliklerinde mahpusum.
Bir yola girdim ki heyhat!
Ben mahzun, yollar masum.
Aradım kendimi kendimde.
Yok mu derdime çare?
Ey ulu mabudum!
Arayış içinde korkusuzum.
Anlayın beni; onsuzum, bunsuzum, şuursuzum.
Bilinmezler denkleminde huysuzum.
Çileler dehlizinde yoğrulmuş,
Gölgeler âleminde umutsuz,
Tam da tükenmişliğin eşiğinde,
Girdaplar dibinde sonsuzum.
Katıksızım, tortusuzum.
Arz edeyim daha neler?
Çeşit çeşit bahaneler…
Dilimde kaypak heceler…
Istırapla geçen geceler…
Diyorum ki…
Bir ben var bende benden içeri.
Bir sen var sende herkesten beri.
Soru soru içinde çürütüyor beni.
Gerçekler düş, düşler gerçek oluyor.
Kıstırıyor bedenimi, bilmiyorum sebebini.
Bunca sözün sadedi,
Mana denizinde mana aramaktayım.
Safi bir sabahın aydınlığında,
Karardıkça kararmaktayım.
Arayıştayım, anlayın.
Beni mecnun sanmayın.
Zekayi TEPİR
KOŞMA (SEVGİLİYE)
Kalbimi çalansın, oysa yalansın.
Sana olan meftunluğumu bil, bil.
Bu aciz gönlümü aşka salansın.
Koymadın ağzımda şakıyan dil, dil.
Rüyalarıma da uğramaz oldun.
Seni düşünmekten sararıp soldum.
Leyla’mı ararken bela mı buldum?
Kapında olayım bir garip kul, kul.
Aşkın ateşinde yandım, kavruldum.
Tipi, boran vurdu; uçtum, savruldum.
Takatim tükendi, artık yoruldum.
Bir saniyem bile oldu bir yıl, yıl.
Sana derim yârim, sana söylerim.
Ne söylersem senden yana söylerim.
Bedeni bırakır, cana söylerim.
Ne olur bir kere yüzüme gül, gül.
Zekayi’nin bahçesinde bir güldün.
Gece gündüz uykularım hep böldün.
Sevmediysen bil ki ahımı aldın.
Gel artık; gözümün yaşını sil, sil.
Zekayi TEPİR
Türk Dili ve Edebiyatı Öğrt.
ÇOCUK VE ÇİÇEK
Çiçek:
Ben bir kardelenim, baharı müjdeleyen.
Bir gülüm, kokuların en güzeliyle bezenen.
Belki bir papatyayım hercaiyim, asiyim.
Manolyayım, hep sevgiyle beslenen.
çocuk:
Ben bir çocuğum, bir çiçek kadar güzel.
Bir yağmur kadar saf ve özel.
Bir ülkenin geleceğiyim, kaderiyim.
Ben istersem doğa olur mükemmel.
çiçek:
Doğayı sarıya, turuncuya, yeşile boyarım.
En nezih ortamların başucunda yer alır.
Beni sevip yeşertecek bir sevgi ararım.
KOPARMAYIN,ÇİĞNEMEYİN BENİ, AĞLARIM
çocuk:
Çiçekler gibi koklanmayı düşlerim.
Tabiatta eksik olmaz gülüşlerim.
Toprak olur, tohum olur.
Ruhunuzun derinliklerine işlerim.
çiçek:
Tabiatın süsü, dünyanın nefesiyim.
Çocukların sırdaşı, yeşilin hür sesiyim.
Tutkuyla, ilgiyle büyür ve yeşeririm.
Çocukların hiç bitmeyen hevesiyim.
çocuk:
Sesimle, kahkahalarımla şenlendiririm doğayı.
Yaşama sevincine boğarım anayı, babayı.
Benim olduğum yerde asla gıybet olmaz.
Çünkü benim insanların gönül sarayı.
çiçek:
En özel günlerinde insanlara sunulurum.
Açılışlarda baş köşeye konulurum.
Kırda, bayırda, dağlarda gezinirim.
Kuş, arı, kelebek onlarla anılırım.
çocuk:
Her çocuk gibi neşe saçarım etrafıma.
Gelecekte yeşillenecek bizimle dünya
Bugünün çocuğu, yarının büyükleriyiz.
Dokunabilirsiniz iyilikle çiçekten ruhuma.
çiçek:
Biyolojik çeşitlilik, bitmeyen görevimiz.
Dünya’nın yeşil kalması sürekli ödevimiz.
Çocuklarla omuz omuza verdik mi?
İnşallah kurtulacak neslimiz.
ZEKAYİ TEPİR
VEFASIZ SEVGİLİ
Bir vefasız bakışın buğusunda sabahladım.
Karalar da bağlamadım ama
Zamansızlık dehlizinde kalakaldım.
Bir başıma zorluğu da aşamadım.
Bir güvercinin apul apul yürüyüşünün
Umarsızlığında ahlandım, vahlandım.
Gece gündüz demedim hep seni andım.
Vefasız bir dilberin sözüne kandım.
Nasıl da inandım, nasıl da yandım!
Ne çileler çektim, nasıl dayandım?
Vefasızlık nedir? En iyi bilenlerdenim.
Doğransa da lime lime bedenim
Aciz ruhumun kanadına tutunup,
Açmazların girdabından kurtulup,
Seni, sana, senle anlatmak için,
Yollara düşmüşüm, yolları unutup.
Bakışların hain, bakışların tuzak,
Ben sende olmuşum ebedi tutsak.
Sevgili, yeter bunca çektiğim azap.
Beni sana götürmeyecekse bunca ıstırap,
Öpemeyeceksem dudaklarından ıslak ıslak…
Saramayacaksam tenini koklayarak…
Mademki sonum olacaksa kara toprak.
O halde sende ölmeme izin ver, beni sonsuza bırak.
Zekayi Tepir
ŞANLI BAYBURT’UM
Rus’u, Ermeni’si girmiş Bayburt’a
Taş üstünde taş koymamış surda.
Yedirmiş atamı çakala, kurda.
Bunca zulüm çektin, şanlı Bayburt’um
Çoruh’un suları buz tutmuş, soğuk.
Sesler hiç gelmiyor, ortam çok boğuk.
Ağaçlar üstünde kalmamış kovuk
Sen pek üşümüştün, şanlı Bayburt’um
Çini Mescit ağlıyormuş kendi dilinde
Ekmek yok, aş yok halkın elinde
Bayburt’um neylesin düşman selinde
Bir gün dahi görmedin, şanlı Bayburt’um
Kadını, kızıyla girmiş savaşa
Bu ne tufandır, bu ne kargaşa
Kahpeler halimizi eyler temaşa.
Bir devri sen sarstın, şanlı Bayburt’um
Kanlıydı anamın başı, örtüsü
Yok idi amcamın mermi, süngüsü
Budur Bayburtlunun hazin öyküsü
Yoklukta var oldun, şanlı Bayburt’um
Şehit Osman haykırdı,, titredi yerler
Zemine düşmüştü, kol, bacak, serler
Çıkmıştı meydana koç yiğit erler
Sen de hücum ettin, şanlı Bayburt’um
Kafdağı’dır bizim Aslandağı’mız
Doluydu o zaman iman kesemiz
Kurtuluştu bizim tek meselemiz
Elbette büyüktün, şanın Bayburt'um
Üç beş Hüseyin’le, üç beş Hasan’dı.
Taş mağazalar yandı, kanla boyandı.
Bıçak kemiğe işte o gün dayandı.
Tarihe ders verdin, şanlı Bayburt’um
Bayburtluyum, bura benim toprağım
Boş kalmayacak inan mahallem, sokağım
Bütün cihan bilsin ki Bayburt otağım
Bu destan senin, senin şanlı Bayburt’um
BU OLMAMALI
Sevmenin, sevilmenin bedeli bu olmamalı.
Gönül ölesiye yanmalı,
Yalana, dolana karışmadan
Kader bir başına yaşanmalı.
Bu olmamalı.
Bir dokunuş, bir yok oluş;
Yürekte yaşanan onca acı,
Ahde vefa, bu olmamalı.
Sancılı bekleyişler, sahte gülüşler…
Uykunun haram olduğu geceler…
Ve sabahın mahmurluğu,
Sisler ardında didişmeler…
Bu olmamalı
Yaşananların ötesinde, bu olmamalı.
Bakışlar ardında saklı duygular…
Sevdanın değeri bu olmamalı.
Yalancı yakarışlar, vedalar,
Dudaklar ardında sessiz nidalar;
Ağlayış, iç çekiş ve nağmeler…
Bu olmamalı
Gün doğmalı umutlara ansızın.
Yeşermeli çürümüş fikirler.
Haykırmalı gökyüzüne aldanışlar
Ve sensizliğin bedeli bu olmamalı.
Nazenin bir çocuktan arta kalan,
Güzellik ve saflık bu olmamalı
Set çekmeli düne, yaşanmamışçasına
Bugüne gelişler bu olmamalı
Zekayi TEPİR
BAYBURTLUM
Sen Bayburtlum, Bilge Kağan’sın
Orta Asya bozkırlarında gönülleri yeşerten
Ve çağıl çağıl akıp giden ebediyete.
Sen Bayburtlum, bereketsin, sevdasın, kutsalsın.
Sen ki kurtuluşun destanını tarihe yazdın.
Sen Bayburtlum bir Fatih’sin Bizans önünde.
Adın asla unutulmayacak mahşer gününde.
Öyle bir sabırla direnmişsin ki düşmana.
Gemilerini yürütmesen de Mehmet gibi karada.
Gülümsüyor şehitlerin bak, şimdi Arş-ı Ala’da!
Hazin bir rüzgâr esmekte İmaret tepesinden.
Başın Şehit Osman gibi dimdik en yücesinden.
Anaların, bacıların çiğnetmedi namusunu Ermeni’ye.
Bir çağ açıp bir çağı kapamasan da.
Nice kahramanlıklar bıraktın şimdi geriye.
Bayburtlum bakışlarında bile bir azamet var.
Seninle oldu dünya Moskof’a dar.
Besbelli Atatürk’ün izinde yürümektesin.
Yüreğin vatan hasretiyle ışıl ışıl yanmakta.
Her an tarih sahnesinde büyümektesin.
Nerede bir Bayburtlu görsem
Akılıma Dede Korkut’lar, Bey Böğrek’ler geliyor.
Sen Bayburtlum işte onların erleri,
Sen Bayburtlum ulusumun gözbebeği…
Çinimaçin’de bayrak gururla yükseliyor.
Sen Bayburtlum benim için sen, her şeysin
Senin için yazılmadı mı onca destan?
Söylenip yakılmadı mı bunca türkü, onca ağıt?
Senin için akmadı mı Çoruh, esmedi mi rüzgâr ılgıt ılgıt.
Senin için değil mi bütün bu ikram?
Bayburtlum sen, vatanımın bağrında bir heves.
Havası, suyu, toprağıyla hep mukaddes.
Şair Zihni’min koşmasında yanık bir nefes.
Korkut Ata’nın kopuzundaki ses,
Sensin Bayburtlum, sensin bizim için tek adres.
Sensin Bayburtlum, sensin bizim için tek adres.
Z.TEPİR
BİR YETİMİN DİLİNDEN POLİS
Sen, polis misin abi? Bakışların şahin gibi.
Benim babam da polismiş, senin gibi.
Sahi abi, üniforman ne kadar da yakışmış,
Kar misali, o beyaz tenine.
Şehit babam geldi şu an, gözlerimin önüne.
Ne heybetli bir duruşun var, güven saçıyorsun her an.
Babam da yaşasaydı, sanırdın bin yeleli bir aslan.
İşte abim, seni gördüm, canlanıverdi mazim.
Yıldıramadı hiçbir şey polisimi, yıldıramaz, bilirim.
Bu ne takdire şayan bir gayret, bu nasıl bir azim!
Değişse de günler, aylar ve mevsim.
Değişmeyen tek güzellik, inan sensin polisim.
Polis abi, senin de yavruların var mı benim gibi?
Sen de mi hakir göreceksin, bu yetimi bu garibi?
Neden gözlerin buğulandı, durup dururken şimdi?
Unutmuşum, her polisin kalbi pamuktan değil miydi?
Polis abi, sen de babam gibi suçluları kovalıyor musun?
Gece gündüz demeden bizim için, çalışıyor musun?
Canını hiçe sayıp ille de vatanım diyor musun?
Söyle abi, sen de baba hasreti çekiyor musun?
Özü, sözü bir, şehit çocuğuyum.
Mahzun değilim bu yüzden, bilakis gururluyum.
Polis evladı olmakla, her zaman onurluyum.
Sizler var oldukça mutluyum, huzurluyum.
Kanundan kaçanlara, nefes dahi aldırmadın.
Senden yardım bekliyor, şiddet gören her kadın,
Altın harflerle tarihe, yazılacaktır adın.
Refah değil midir toplumda, nihayetsiz muradın?
Sen ki her olaya Hızır gibi yetiştin.
Kötülere kâbus olup çirkeflikle didiştin.
Mafyalara dur deyip amacına eriştin.
Merhamet ve insafta ne kadar da geniştin.
Dünyada budur işte, en değerli servetin.
Bu söylediklerimi, babacığımdan öğrendim.
Benim de rüyalarımı, hep polislik süslüyor.
Yaşama sevincimi, bu ümitler besliyor.
Adsız kahramanlardan, ülkem çok şey bekliyor.
Yediden yetmişe herkes size gıpta ediyor.
Nasıl etmesinler onlar, sizi, canı gibi seviyor.
Türk polisinin omzunda al bayrak yükseliyor.
Çağa ayak uydurdun, teknolojik alt yapı kurdun.
Bilişim suçlularını, kısa zamanda buldun.
Tereddüde düşmeden doğruyu kovuşturdun.
Gün oldu, sevenle sevileni kavuşturdun.
Parmak izi, kriminal, GBT derken,
Zanlılar tabanlarını, yağlamıştı erkenden
Ama ne çare, Türk polisi bu, kaçırır mı elinden?
Çocukluğum seninle ufka açmıştı yelken.
Lakin babam geldi hatırıma birden,
Vuruldum yine can evimden.
Canım babam, seni benden ne çabuk kopardılar.
Sana dokunan caniler kanadımı kırdılar.
Bilmezler mi, bir polis ölürse,
Binlercesi küllerinden dirilir.
Gün gelir millet için, ne şehitler verilir.
Sensin polis abim; ofiste, asayişte, trafikte
Gözlerin dört açılmış, ellerinse tetikte
Yarışıyorsun dünyayla her türlü yenilikte
Yarınlara umutla bakıyoruz birlikte.
Güven timlerin ve yunus ekiplerin,
Sokaklarda gasp, terör bırakmadılar.
Herkesin duasından nasibini aldılar.
Şimdi huzur ile yatmaktayım evimde.
Sayende gezmekteyim, korkmadan caddelerde.
Babamdan kalan şu paslı rozet.
Benim namusumdur, bana emanet.
Şu kep, şu pantolon ,şu ceket,
Nasıl yapabilir halka ihanet?
Hele sonun da var ise Cennet.
Polis abim, iyi ki varsınız,
Kara, hava, denizde görevden kaçmazsınız.
Her çalan siren sesi, müjde verir sizlerden
Çağa ayak uyduran eşsiz insanlarsınız.
Tarihe karıştı; tehdit, şantaj ve rüşvet.
Toplumdaki her fert, gördü şimdi hürriyet.
Çektin millet uğrunda, bin bir türlü eziyet
Bir kusurum olduysa abim, beni sen affet!
Gitme abi buralardan, beni yalnız bırakma.
Sel gibi akan yaşım, artık ne olur akma.
Yetim bir çocuk görürsen, o an beni hatırla.
Polisin değeri anlatılmaz bu kadarcık satırla.
Polis olmak, sorumluluk sahibi olmak.
Polis olmak, gerektiğinde her işin takibi olmak,
Polis olmak, bir masuma abi olmak.
Polis olmak, hep güzele, iyiye tabi olmak.
Polis olmak, düşküne, can yoldaşı olmak.
Polis olmak, gönüllere sevda ile dolmak.
Polis olmak, umutları yarınlara taşımak.
Vazgeçilmez özlemdir, polis olmak.
Benim de idealim sonunda polis olmak.
Olursam, şehit olmak...
Z.TEPİR
SEVDA SELİ
SEVDADAN SÖZ ET BANA, AŞKTAN BAHSET HEP BANA
KIZ GÜZEL KURBAN OLAYIM SENİ YARADAN’A
BİR SÖZ VER BANA, GEL BU AKŞAM YAHUT BU GECE
OLMAZSA NE OLURSUN HAFTAYA UĞRASANA
NEYDİ BENİ BAĞLAYAN SAÇLARINI ŞEKLİMİ
BİLEMEM GÖNLÜNDEKİ ESRARENGİZ İKLİMİ
NE OLUR BIRAKMA SONSUZA DEK ELİMİ
YAP ARTIK SEVDA İÇİN BEKLENEN SEÇİMİNİ
HENÜZ BAKIŞLARININ TADINA VARAMADAN
ADINI DAHİ CESARET EDİP SORAMADAN
BİR SONBAHAR RÜZGÂRI GİBİ ESİP DE GİTTİN
O GÜZELİM GÜNLERİN HAYALİN KURAMADAN
AH ÇIKMIYOR AKLIMDAN NE SEN NE DESEN SEN
BİR DAĞ MELTEMİ GİBİ RUHUMDA ESEN SEN
NE MESUT OLUR HAYATIM EĞER DİLESEN SEN
SESİM ÇIKMAZ OLDU NEFESİMİ KESEN SEN
O DURUŞUN SUSKUNKUĞUN YOK MU DELİRTİYOR.
YASEMİN KOKAN SAÇLARIN AHENKLE DANS EDİYOR.
BENİ MAHVEDİYOR, UÇURUMLARA İTİYOR.
BU NE BİÇİM AŞK YARAB BAŞLAMADAN BİTİYOR.
ZEKAYİ TEPİR
OTOBİYOGRAFİK ŞİİRİM
1974 Haziranı’nda doğmuşum bir akşamüstü
Bilinmez belki bu saate kadar, babam anneme küstü
Niye mi küstü? Üç kız vardı evde benden evvel.
Babamın gözyaşları doğumumla olmuş sel.
Babamın adı Zeki, dayım demiş bu da olsun Zekayi
Annem de onaylamış oh ,çok çok iyi!
Hayat bu, tez zamanda büyüdüm, yürüdüm.
Uzak diyarlara ayak sürüdüm.
Yaş yediye gelince okul yolu göründü bana
Dedim: baba bana bir bisiklet alsana!
Oldu üç tekerlekli bir bisikletim
Aslında iki tekerlekliydi niyetim
İlkokulda başarılı bir öğrenci oldum
Kendimi Bayburt Orta Okulu 6-C sınıfında buldum.
Orta mektepte gelsin takdirler, iftiharlar
Kalmamıştı lisede yemediğim haltlar.
Lisede kendimi de dersleri de boşlamıştım.
Haddimi istemeyerek de olsa aşmıştım.
Öğretmenlerim kendine gel dediler, beni uyardılar.
Nasihat için dört bir yanımı sardılar.
Tavsiyelerine uydum onların tek tek
Üniversite sınavlarına çalıştım gönülden, isteyerek
Derken kısa zamanda üniversiteli oldum 93’te
Orada çok çalıştım, boş durmadım elbette.
96’da TRAFİK KAZASI geçirdim, ölümden döndüm.
Derslerden uzaklaşınca mum gibi söndüm.
Tez zamanda atlattım bunalımımı.
Feleğe tersten atmıştım çalımımı.
Bir yıl geçmişti ki aradan.
Bana öğretmenliği nasip etti YaraDan.
Gözlerimi açtım İmam Hatip’te
Dedim doğduğum yerde ekmek de varmış, nasipte.
Aylardan Ağustos 99’da askere gittim.
Depreme yakalanınca korkudan bittim.
İstemesem de çoğu kez sevenlerimi incittim.
Zorluklara her zaman göğüs gerip sabrettim.
Sabrın sonu selamettir deyip bir maceraya atıldım.
Maceranın adı “evlilik”, ben de o kervana katıldım.
2003’te evlendim, yani ayvayı yedim.
Sultanlığı bırakıp köleliği diledim.
Evliliğin sorumluluğu çocukla derinleşti.
Bekârlık ne güzeldi, sanki her şey beleşti.
Otobiyografim burada sona erdi.
Ne sevgili kullarsınız Kİ öğrencilerim
Allah benim gibi bir öğretmeni sizLER için gönderdi.
Z.TEPİR
BU NASIL YAŞAM TARZI?
Bu bir yaşam tarzı ki izaha gerek yoktur.
Yaşananlar komedi, mizaha gerek yoktur.
Bir elinde kumanda, adam değil sanki manda.
Oturuşu kalkışıyla yaşıyor ormanda.
Ne yediği bellidir ne içtiği zavallı âdemim.
Boşalıp da dolan zat, tuvalete gitmemiş miydin demin?
Saatlerce bilgisayar başında ibadete oturur.
Zamandan şikâyet eder başını klavyeye vurur.
Facefood, facebook derken ömrü zail olur.
Belki de bu haliyle cehenneme nail olur.
Bir insan ki düşünün hayvandan da ednadır.
Yaptıkları pek de boş ve dahi çok fenadır
Ne çalışır, ne üretir, ne de doğru düzgün tüketir.
Durup dururken beni böyle kötü kötü söyletir.
Kafasından zoru çok ama kabullenmez gerçeği
Günümüz insanı bu, bozmuş özündeki merceği
Benden bu kadar, yazmakla olmaz bu iş.
Ey rahmet-i Rahman gel imdada yetiş!
Z.TEPİR
GEZİ PARKI ÇOCUKLARI
Sonu yok bu âlemde şu asri gidişin
Didişin Gezi Parkı çocukları didişin
Size ne memleketin kışından, baharından
Siz zaten gezici doğmuşsunuz ananızın karnından
Ey o’cular, bu’cular,şu’cular!
Bilmem ki özgürü var mı sizin kadar?
Bir ağaç bahanesiyle yakıp yıktınız.
Yecüc ve Mecüc misali Taksim’e çıktınız.
Polis, asker demeden durmadan savaştınız.
Halkı hiçe sayıp haddinizi aştınız.
“Diren Gezi” türünden sloganlar ürettiniz.
Milletin ömrünü, gününü tükettiniz.
Gezi Parkı çocukları kimiz uşağısınız?
Belki de tv’de soytarı kuşağısınız.
Bu milleti bir süre canından bezdirdiniz.
Günlerce terörün bayrağını gezdirdiniz.
Oyununuz tutmadı, kaçacak yeriniz yok.
Allah hesap soracak bundan haberiniz yok.
Gezici gericiler Batı’ya güvenmeyin
Vatanın öz evlatları bunlara özenmeyin.
Ey milletim! “Gezi”nin gazına gelme.
Ne olur sen de Vandallık’a özenme.
Gezi mezi hepsi uzun hikâye.
Milletim özünü çok sev, sev ki,
Budur işte asıl öz sermaye.
Zekayi TEPİR
İŞTE MUHTEŞEM İSTANBUL SERİSİ
GEĞİREN İSTANBUL (BİRİNCİ KISIM-GİRİŞ)
Ayaküstü tost, lahmacun , hamburger
Sulu yemek, köfte, pide ne gezer
Ahmak olmayanlar durumu sezer
Ne tuhaf ruhlara acı veren İstanbul
Ne garip ayaküstü geğiren İstanbul
İnsanı insana düşman; insanı insana kul
Yaşayamaz onda ne bir yetim, ne de bir dul
Yok kimsenin üstünde ne bir örtü, ne de çul
Ne tuhaf ruhlara acı veren İstanbul
Ne garip ayaküstü geğiren İstanbul
Ne pis kokar caddeler mafyaların elinde
Genci, yaşlısı boğulmuş küfürlerin selinde
Belli değil kimin eli, kimlerin belinde
Ne tuhaf ruhlara acı veren İstanbul
Ne garip ayaküstü geğiren İstanbul
Senin şehir kere Allah belanı versin
Çamurunda hak yiyenler inim inim gebersin
Umarım Yaradan üstüne ölü toprağı sersin
Ne tuhaf ruhlara acı veren İstanbul
Ne garip ayaküstü geğiren İstanbul
Taşın toprağın altın değil, bataklıktır.
Yeter artık bırak yakamızı bize yazıktır.
Şu tarih seninle ne olaylara tanıktır.
Ne tuhaf ruhlara acı veren İstanbul
Ne garip ayaküstü geğiren İstanbul
Zaman denen mefhumu anlamazlar seninle.
Ezdin bunca sefili anlaşılmaz kininle
Şimdi günahlarının sesini en derinden dinle
Ne tuhaf ruhlara acı veren İstanbul
Ne garip ayaküstü geğiren İstanbul
Kanı bozukların diyarı, eşkıyaların yarı
En mutlusu bile sende ağlıyor zarı zarı
Ne yazı belli, ne kışı, ne baharı
Ne tuhaf ruhlara acı veren İstanbul
Ne garip ayaküstü geğiren İstanbul
Düşük belli pantolonlular geziniyor caddede
Küpeli bir erkek bozması tepiniyor kafede
Adam adama uzak en yakın mesafede
Ne tuhaf ruhlara acı veren İstanbul
Ne garip ayaküstü geğiren İstanbul
Gündüz sokağa çıkılmaz gece desen hiç sorulmaz
Bir yer ki orada eşek bağlasan durmaz
İnşallah mecbur kalmaz da ayağım sana varmaz
Ne tuhaf ruhlara acı veren İstanbul
Ne garip ayaküstü geğiren İstanbul Zekayi TEPİR
KUSAN İSTANBUL (İKİNCİ KISIM-GELİŞME)
Ele aldık yeniden, ezber bozduk aniden
Korkar olduk Ali Baba misali İstanbul denen haramiden
Gelmez oldu ezan sesi Sultanahmet Camii’den
Her pisliği sindiren, kötülüklere susan İstanbul
Her zilleti bağrında besleyip kusan İstanbul
Ne var senin bilinmez öğütücü çarklarında
Kuş ötmeyen , çimen bitmeyen kurumuş parklarında
Mutsuzluk içinde yüzen ev ve barklarında
Her caniyi içinde barındıran, susan İstanbul
Fosseptik çukurlarını caddelere kusan İstanbul
Neydi eski ihtişamın padişahlar beldesi
Alamaz olduk her köşende bir türlü o nefesi
Sanki binlerce hayvan sende kırmış kafesi
Psikopatların emrinde susan İstanbul
Aptalların yüzüne cahilliği kusan İstanbul
Onca kan emdin, doymadın baş belası
Koştular medet umanlar sana, gönüllerin cilası
Cila olamadığın aşikar ayyaşların müptelası
İçtin içtin zıkım iç, susan İstanbul
Midesindeki irinleri etrafına kusan İstanbul
Bunca garibanı dişlerinde öğüttün
Çoban misali İstanbullu’yu koyun eyleyip güttün.
Yok yere onca insanın burnunda hep sen tüttün
Şeytanlara dur demeyen, susan İstanbul
Binlerce yıllık atığını sahillere kusan İstanbul
Sana daha ne deyim, seni yere batasıca
Seni feleğin cenderesi alacaktır kıskaca
Bağlamış densiz mafya garibanı hiç bitmeyen haraca
Haramları biriktirip biriktirip susan İstanbul
Garezini işkembeden fırlatıp kusan İstanbul
Kaçar olduk İstanbul denen değirmenden
Bıkmıştık ikide bir iğrenççe geğirmenden
Mahvolduk bizi yün gibi eğirmenden
Çöplerinle çok yaşa, susan İstanbul
Lağımını utanmadan sokaklara kusan İstanbul
Geğirmene razıydık şimdiyse kusuyorsun
Yeter be! Allah’ın azabı neden hep susuyorsun?
Zekayi TEPİR
SUR SUR İSTANBUL (ÜÇÜNCÜ KISIM-SONUÇ)
Geğirdin yetinmedin şimdi de kustun , dur İstanbul
Yağmadı bir türlü bit pazarlarına nur, İstanbul
Burçlarında bayrakların dalgalanır ne gurur, İstanbul
Yıkıldı yıkılacak kalelerinde o sur, o sur İstanbul
Ne doymaz bir mahluksun obur İstanbul
Bu kadar azgınlık yeter yerine otur İstanbul
İçindeki düşmana bir tokat da sen vur İstanbul
Yoksa halin hal değil, yıkıldı o sur, o sur İstanbul
Derelerinden akan suları billur İstanbul
Bedenlere yarasın, beyinlerde ur İstanbul
Sen de biz gibi boş hayaller kur İstanbul
Kalmadı burçlarında yıkıldı o sur, o sur İstanbul
O sur ki Bizans’tan sana kalan bir miras İstanbul
Sokakları neşe yerine pür yas İstanbul
İnsanı bazen kamil bazen kalas İstanbul
Döküldü tepelerinden o sur sana has İstanbul
Rumeli ve Anadolu Hisarı’nın surları İstanbul
Döküldü dökülecek nurları İstanbul
Yaşayanlarında kaldı mı onurları İstanbul
Fatih’ten geriye tek kalan Topkapı’nın o surları İstanbul
Bin başlı ejder gibi karşımda durur İstanbul
Kalmamış sende güzellik ve dahi huzur İstanbul
Her haline bezenmiş hadsizce kusur İstanbul
Yıkıldı yıkılacak kalelerinde o sur, o sur İstanbul
Zekayi TEPİR
MAKALELERİM ve ÇEŞİTLİ YAZILARIM
TRAFİK CANAVARI ÜZERİNE BİR MÜLAHAZA
Tutturmuşlar bir trafik canavarı muhabbeti. Senelerdir, bu sohbetle hemhal olmuş gidiyoruz. Hayali, ütopik bir canavar teranesi, yıllardır zihinlerimizi meşgul ediyor. Evet bir saçmalıktan söz ettiğimiz aşikar. Nedir bu ucube durum? Kimdir bu canavar? Bu canavarı kim yarattı? Kim dünyaya gelmesine vesile oldu? Bu canavarı, doğduğu andan itibaren kucağımıza verip ninnilerle, kim büyütüp başımıza musallat etti? Uzatmayayım, kendi şaheserimizden (!) söz ediyorum, trafik teröründen hepinizin malumu, nam-ı diğer trafik canavarından bahsediyorum.
Nasıl oldu, kim uydurdu bilinmez; ama bilinen bir gerçek var ki, o canavarın hayali de olsa günbegün zarar vermeye, can yakmaya, ocaklar söndürmeye devam ettiğidir. Emniyet Genel Müdürlüğü Trafik İşleri Daire Başkanlığı’nın yayınladığı resmi raporlara göre, son 10 yılda trafik kazalarında 45 bin 188 kişinin hayatını kaybettiğini, 1,5 milyondan fazla kişinin de yaralandığını hatırlatmama gerek var mı? Olay yeri sonrası yaralananların 30 gün takibi yapılmadığından daha sonra ölenlerin sayısı istatistiklere yansımamakta, yani gerçek ölüm rakamı 90 bini aşmaktadır. Bu istatistiksel veriyi ben vermiyorum, EGM veriyor. Trafik kazalarında yaralananların yüzde 15'inin geçici, yüzde 5'inin de daimi sakatlıkla hayatlarını sürdürmek zorunda kaldıklarını EGM’nin en yetkili ağzından bizzat müşahede ediyoruz. Yapılan araştırmalara göre trafik kazalarının ülkemize verdiği maddi kayıplarımın boyutu 1 milyar 112 milyon liraya ulaşıyor. Kaybolan zaman ve katma değer ise bu hesabın içinde yok. Bütün bu olumsuz tablonun şekillenmesine ise, şu dillerden düşürmediğimiz-millet olarak da alışkınız ya canavar uydurmaya, Van Gölü canavarı gibi-trafik canavarı (!) sebep olmuyor mu? Yine EGM’nin araştırmalara göre, Türkiye de yaşayan bir bireyin motorlu araçlar tarafından kat edilen her birim mesafe başına trafik kazası sonucu ölme riski, İngiltere de yaşayan bir bireyden 13,5 kat, ABD de yaşayan bir bireyden 10 kat, Japonya da yaşayan bir bireyden ise 7,2 kat daha fazlaymış. Bu veri bile bizi, fazlasıyla ürkütmeye kâfidir.
Peki, bu canavar ne zaman ve nasıl dünyaya geldi, nasıl bu kadar kısa süreçte büyüdü, serpildi? Nasıl bu kadar az zamanda canlar yakmaya başladı?
Trafik kazaları üzerine çok yönlü araştırmalar yapılıyor, sonuçlar, bildiriler sunuluyor; ancak ülkemiz adına değişen bir şey var mı? Bu sorgulanıyor mu? Herkes şu hakikati biliyor ve tekrar ediyor ki, tüm dünyada olduğu gibi bizde de trafik kazalarının en büyük müsebbibi sürücülerdir. Haddini bilmez, karşısındakine saygı göstermez, insani değerler yönü ile eğitimsiz sürücülerdir. En başat sebep bence budur. Bunun aksini inkâra kalkışmak, abesle iştigalden başka bir şey değildir.
Demek ki iş, sürücüde bitiyor. Mademki sebep belli, neden bu sebebe yönelik çalışmalar yapılmıyor, tedbirler alınmıyor? Her işte olduğu gibi, bu işte de eğitim şart diyoruz. Ancak nasıl bir eğitim? Şu an sürücü belgesi almak, sizlerinde bildiği gibi, manavdan zerzevat almak kadar kolay. Diyeceksiniz ki haksızlık etmeyelim, özel sürücü kurslarını zan altında bırakmayalım. Ama sorarım size, şimdi birileri üzülecek diye, birçoklarının ölmesi mi gerekli? Sürüsü kurslarımızın hangi şartlarda eğitim yaptıklarını, bir sağır sultan duymamıştır.
İşin ciddiyet ve ehemmiyetini dikkate alarak mevzuu derinlemesine tahlil etmekte fayda görüyorum. Gidiyoruz bir sürücü kursuna, kayıt oluyoruz. Gerekli her türlü resmi prosedürü yerine getirdikten sonra, kurs başlıyor. Kursta teori odaklı dersleri bir bir alıyoruz. Buraya kadar her şey normal görünüyor. Peki, bu eğitimler sırasında trafikte yayaya, diğer sürücülere dair saygı, sabır gibi trafikte olmazsa olmaz erdemlerden bahsedebiliyor muyuz? Hayır! Bu davranışları orada kavratabiliyor muyuz? Trafiği çıkınca edindiğimiz deneyimlerden bunun ne kadar güzel başarıldığını anlıyoruz (!) Gel gelelim, direksiyon eğitimine, bunu ise facia olarak nitelendirmekte, hiçbir beis görmüyorum. Niye mi? İzah edelim. Malumun ilamı gibi olacak, ama değinmeden geçemeyeceğim bu konuya. Kurslarda verilen direksiyon eğitimi hem süre olarak hem de direksiyon eğitiminin verildiği pistler olarak inanın yetersiz. Çok cüzi bir ders saati ile sürücü adayların mucize gerçekleştirmeleri bekleniyor. Zaten her türlü yol koşulları sağlanmadığı ve gece eğitimi de verilmediği için, bu eğitim güdük kalıyor. Hal böyle ortadayken ne yapıyoruz? Al sana belge, hayrını gör; trafiğe çık da işin seyrini gör, der gibiyiz. Ne göreceğiz? Elbette hüsranın anatomisini göreceğiz. Şimdi sorarım size, hâlâ trafik canavarı diye uyduruk bir efsaneye mi inanacağız, yoksa kazaların bertaraf edileceği destanları mı yazacağız? Şimdi birileri çıkıp diyecek ki, usta diye geçinen şoförlerin hiç mi kusuru yok? Kazaları hep acemi sürücü tayfası mı yapıyor? Onun da cevabını vermek için müneccim olmaya gerek yok. Cevap gün gibi ortada: Aşırı güven, laubali davranış, ben üstadım bana bir şey olmaz mantığı değil de nedir? O zaman akla, trafikte bir slogan haline gelen “ Yolların kralı değil, kuralı vardır.” sözü bizi bu konuda bağlayıcı kılıyor. Ne yapacağız efendim? Tabii ki her yurttaş gibi, kurallara riayet edeceğiz. Eğer kural tanımazsak, o zaman dilimize pelesenk ettiğimiz trafik canavarı, saklandığı kuytudan çıkarak saldırıya geçecektir. Bu nasıl canavarsa, her nedense, bizim hatamızla beliriyor, vazifesini icra ediyor. Demek ki bu canavar, içimizde besleyip büyüttüğümüz bu canavar, aslında kendimizden başkası değil. Suçluyu dışarıda aramak yanlışından kurtulmadan, sorunu bu yönüyle ele almadan, doğru işler yapabileceğimiz kanı
Türkiye’de bir realite var ki, o da birçok suçun yaptırım gücü zafiyetinin, trafikte işlenen suçlar için de geçerli olmasıdır. Hal böyle olunca, direksiyona geçen kendini bilmezler, bir de alkollü iseler, eyvah ki eyvah, kim bilir, hangi yayanın kâbusu olacaklar? Bunun için trafik kazalarında ölüme sebebiyet verenleri “taammüden” adam öldürme cezası ile yargılamak lazımdır. Bakın o vakit direksiyon başına geçen kişi, gaza köküne kadar basabiliyor mu, ışık ihlalleri yapabiliyor mu, hatalı soluyor mu, trafik işaret ve işaretçilerine uyuyor mu, eksik donanımla yol alabiliyor mu, yayaların ve diğer sürücülerin canını hiçe sayıyor mu, haddini bilerek trafikte ilerliyor mu? Bütün bunları hep beraber böylesi bir kanunun çıkmasıyla gözlemleme şansına sahip olacağız. Elbette ki müeyyide gücü ile problemi tam anlamıyla çözmüş sayılamayız. Takdir edersiniz ki, cezalar da bir yere kadar etkili olabilir. Bu nedenle alternatif çözümler de üretmeliyiz.
İçimizdeki trafik canavarını dizginlemenin en tesirli yolu, bu canavarı içimize hapsetmek, ona soluk dahi aldırmamaktır. Çocuk yaşlarda başlayacak trafik eğitimiyle, ileri ki yaşlarda pekişecek eğitim, daha bilinçli sürücülerin ve yayaların trafiğe çıkmasına ortam hazırlayacaktır. Trafik eğitimi sadece okullarda ders olarak verilmemeli, ailede de toplumda da görsel ve yazılı basında da itina ile işlenmelidir. Biz genlerimizden midir nedir, tahammülsüz bir toplumuz. Bu konuda maatteessüf ki birçok eksikliğimiz var. Kırmızı ışıkta beklerken oflarız, düşük hızla seyrederken mızmızlanırız, biri bize hız konusunda yarışa davetiye çıkardığında ve kafa tuttuğunda hırslanırız, yaya geçidine yaklaştığımız da oradan hızla geçen araçları kıskanırız. Emniyet kemeri hayat kurtarır gerçeğine kulağımızı tıkarız. İşimize gelmez, emniyet kemeri takmak; uzun iş, çünkü çok külfetli.Sonra araçlarımızın periyodik bakımlarını da her nedense zamanında yaptırmayız. Bu araçlar ömür boyu garantili (!) nasıl olsa. Bilmem ki daha fazla örneklendirmeye gerek var mı? Sonrası pişmanlık. O zaman iş daha önce de yinelediğim gibi, başta sürücüde ve sonda yayada bitiyor. O halde bizler sürücüleri ve yayaları iyi, kaliteli eğitebilirsek, soruna can alıcı yerden neşteri vurabilirsek, o zaman problemi çözmüş olacağız.
Unutmayalım ki ne konuda olursa olsun, “çaresizseniz, çare sizsiniz.” Hayali canavara, trafik terörüne verdiğimiz bunca kurban yeter! Artık yollarda telef olmak istemiyoruz. Aracımıza binip kontağı açarken ne zaman ve nerede bir kazayla burun buruna geleceğimiz endişesiyle yol almak istemiyoruz, güvenli sürüş istiyoruz, eve güvenle dönüş istiyoruz. Trafik canavarı masalı ile avutulmak istemiyoruz. Biz, yollar kan gölüne dönmesin diye hem devlet büyüklerimizden hem vatandaşlardan sorunun çözümü için ellerini taşın altına sokmalarını bekliyoruz. Biz, daha fazla zaman kaybetmeden geleceğe huzurla bakmak istiyoruz. Biz, trafik canavarını iki de bir hatırlatan eylemlerden ve söylemlerden kurtulmak istiyoruz. Biz, çok şey mi istiyoruz? Biz, aslında olmayan, kendi uydurduğumuz trafik canavarının yok olmasını istemekle, çok mu şey istiyoruz?
Zekayi TEPİR
Anadolu İmam-Hatip Lisesi
Türk Dili ve Edebiyatı Öğretmeni
KANSERE, AÇIK DAVET
Hiç düşündünüz mü acaba, hoşlanmadığınız ya da bir şekilde kendisinden nefret ettiğiniz bir tanıdığınızı güzel bir akşam yemeğine davet etmeyi? Bu soru da nereden hasıl oldu diyeceksiniz şimdi. Hemen izaha çalışayım. Sevmediğiniz birini evinize davet ederken düşünme ihtiyacı duyuyorsunuz da kanser gibi bulaştığında ölümün nefesini soluğunuzda hissettiğiniz bu hastalığa karşı bu kadar davetkar ve daha da ileriye götürüyorum cüretkar olabiliyorsunuz.
Evet, maatteessüf ki evinin yani kendinin kapılarını ardına kadar bu davete, bir o kadar da tehlikeli bir düşmana açmaya bu denli hevesli olabiliyoruz. Bu davet değil de nedir? Sen istemeseydin, kanser yüreklilikle sana meyil edebilir miydi.
Kansere açık davet dedik, çünkü hayatımızda hiçbir şeye bu kadar açık değiliz. Çağımızın bu illetini, bu kadar şımartıp baş köşeye oturtarak güçlü bir düşman haline biz getirmedik mi? Getirdik.
Şimdi ise başımıza sardığımız bu belayı ortadan kaldıracak çareler aramalıyız. Onu davet ederken gösterdiğimiz “ihtimamı” onu geri gönderirken sağlığımıza da göstermeliyiz. Peki düşmanımızı yakından tanımazsak onunla ne şekilde ve hangi şartlarda baş edeceğiz? Günümüzde insanoğlunun son derece aktif sosyal hayat koşuşturması içinde elbette ki kanser riski her an olacaktır. Önemli olan bu risk faktörlerini minimize etmektir. Yedisinden yetmişine herkesin maruz kaldığı kanserojen etkilerden nasıl korunmalıyız, ne yapmalıyız? Kanser denen bin başlı ejder, her tarafa kollarını dolamışken nasıl onun önüne geçmeliyiz? Evimizde kullandığımız araç-gereçlerden tutun da, yediğimize içtiğimize, elektromanyetik dalgalar yayan cihazlara,sigara, alkol kullanımına, uzun süre ve tehlikeli saatlerde güneş altında kalmaya,aşırı dozda röntgen ışınına maruz kalmaya,bazı kimyasal maddelere (katran, benzin, boya maddeleri, asbest v.b.)bazı virüslere, hava kirliliğine, radyasyona maruz kalmaya, kötü beslenme alışkanlığına kısaca a’dan z^ye yaşamımızda ne varsa bunlara dikkat etmeliyiz. Açık davete dur demeli, topyekün bilinçle kanserin üzerine kararlılıkla gitmeliyiz. Bu bağlamda kanserden korkmamalı, aksine, korkularımızla yüzleşmeliyiz. SilvianDery bu konuda şöyle diyor: “Kanserden değil, geç kalmaktan kork.”
Evet kansere açıkça davette bulunuyoruz. Ne yapıyoruz? Kapınız çalınıyor örneğin? Gelen akciğer kanseri olsun, kapıyı çalışından belli kimin geldiği: uzun uzun öksürüyor; hem de kanla beraber, gelen nefes dahi alamıyor. Biz ise gelenin tehlikesini bile bile kapıyı açıyoruz. Hoooop, hoş geldin(!) akciğer kanseri.
Bir daha kapıyı tıklatıyorlar. Kim o…demeden gelen belli ediyor kendini.İyileşmeyen yara, ani oluşan ben, siğiller, deride renk değişikliği, güneşe aşırı maruz kalma…Al işte cilt kanseri.
Ne yapıyoruz? Cevap belli “açık davet” etmedik mi? Buyur ediyoruz içeri
Davet devam ediyor. Kapıda biri daha beliriyor. Bu ise ağrıyla, kilo kaybıyla, kitleyle, kanamayla, sertlikle, şişlikle geliyor. Sonra kimi davet ettiğimizi anlıyoruz: ağız, rahim, kolon, prostat, meme kanseri… Bu nazik davete icabet ediyor. Dedim ya, biz istiyoruz, onlar geliyorlar. Araştırmalar gösteriyor ki, kadınlarımız en çok meme kanserini, erkeklerimiz ise akciğer kanserini davet ediyor.
Biz davet ediyoruz ki bu yüzsüz misafir bukalemun vari kılık değiştirerek beklenmedik bir anda geliyor. Sağlıksız, dengesiz, abur cubur beslenmeyle süreç başlıyor, sonrasında cep telefonlarıyla saatlerce süren konuşmalar, baz istasyonları altında çay yudumlayışımız… Evde ,ofiste, iş yerimizde bilgisayar karşısında fütursuzca davranışımız, televizyonla aynileşen yapımız, sigara dumanına sessiz kalışımız, durgun, dingin yaşantımız, ha bire ayaküstü tıkıştırmalarımız, alkolü su gibi algılayışımız, bir türlü yaşam biçimimizi ve koşullarımızı değiştiremeyişimiz ve daha sayamadığım onca sebep arasında kansere yakalanıp gidiyoruz.
Dünya Sağlık Örgütünün değerlendirmelerine göre kanser insan ölümünün başlıca sebeplerinden biridir. Her yıl dünyada kaydedilen kanser olaylarının sayısı 10 milyonu aşmaktadır. Ve öngörülere göre bu rakamın 2012 yılının sonuna doğru 15 milyona çıkması beklenmektedir. Tıp uzmanları ve bilimciler kansersi efektif tedavi teknolojilerini geliştirmek için çalışarak bu yolda ilerlemeler gösteriyor. Fakat sorun güncelliğini korumakta. İnsanların kanser konusundaki bilgileri ne kadar çok olursa hastalığa direnmeyi de o kadar çabuk öğreneceklerdir.Yeter ki baştan beri söylediğim gibi: “Açık davet sonlandırılsın.”
Ülkemizde geliştirilmiş tıp araçlarıyla donatılmış klinikler ve sağlık merkezleri sayısını gerektiğinden daha az olması, kanser tedavisi için gereken ilaçların yetersizliği, bu hastalığın farklı boyutlarda da kronikleşmesine sebep olmaktadır. İstatistiklere göre kanser hastası olduğu teşhis edilen kişilerin % 6’sı tedavi görmeyi reddetmektedir. Çünkü iyileşeceklerine inanmıyor ve umutları tükenmiş durumdadır. Böylelerini tedavi etmek gerçekten çok zor.
Hasta bir de ruh halinde çöküntü yaşıyorsa, işimiz daha zor. General Ruti’nin de dediği gibi:” Kanseri yenmek için ilk silah moraldir “ her şeyden önce moralimizi korumalıyız.
Sözün özü: siz davet etmezseniz, o, gelmeyecekti.Bir şekilde yolunu bulup o, gelse de sizler tedbirli olduğunuz için amacına ulaşamadan gidecekti.Aşağıda sıraladığım belirtiler baş gösterdiğinde ihmal etmeden bir sağlık kuruluşuna baş vuralım, lakayt davete bir dur diyelim.
- Rahim ve makattan gelen normal olmayan bir kanama veya akıntı
- Memede veya vücudun herhangi bir yerinde ortaya çıkan şişlik ve sertlikler(ele gelen kitle)
- İyileşmeyen yaralar
- Büyük ve küçük abdest yapmaktaki değişiklikler
- Uzun süreli ses kısıklığı ve öksürük
- Yutkunma güçlüğü ve hazımsızlık
- Ben ve siğillerde meydana gelen büyüme, şekil değişikliği, kanama, renk değişikliği, yara...
En iyi metot yılda bir veya iki defa genel sağlık kontrolü yaptırılmasıdır. Bu muayeneler arasında meydana gelebilecek olağandışı herhangi bir belirti için de,vakit kaybetmeden doktorunuza müracat edin. Peki bu belirtilerin erken tanısı bize ne fayda sağlayacaktır? Bundan da kısaca bir söz edelim.
· Tedavi şansını artırır
· Tedaviyi kolaylaştırır
· Tedavi giderlerini azaltır
· Doku ve organ kaybını önler
· Sakatlık bırakmaz
Ünlü onkolog Profesör Doktor Mehmet ÖZDEN’in de dile getirdiği gibi: “ Kanser; büyük bir orduya benzer güçlü silahları vardır; ama hiçbir ordu yenilmez değildir. Yeter ki tedbirini al ve asla vazgeçme.”Her bilinçli yurttaş gibi bizler de kansere yakalanmamak için basit önlemler alabiliriz. Şimdi de bu önlemleri sıralayalım:
Meyve, sebze, salata tüketirken hem sezonunda olmasına hem de çeşitliliğe özen gösterin. Koyu yeşil renk sebzelerin ve kırmızı meyve-sebzelerin antioksidan miktarları daha yüksektir. Beslenmenizde günlük olarak koyu renk meyve ve sebzelere yer verin. Kızarmış, yanmış, kararmış besinlerden kaçının. Besinlerin yanması kanser yapıcı moleküllerin oluşmasını sağlar.Salam, sosis, sucuk gibi işlenmiş ürünlerden ve füme edilmiş besinlerden kaçının. Kurubaklagillere haftada bir gün beslenmenizde mutlaka yer verin.Pre-probiyotik içeren ürünleri belli aralıklarda ( ishal veya gastorenterit geçirdikten sonra ve
antibiyotik
kullanımdan sonra ) beslenmenize yer verin. Mangal veya barbeküde pişen besinler de direkt ateşe temas ettikleri ve dumanlanma yüzünden kanser yapıcı moleküller içerir.Bunları da çok sık tüketmemeye çalışın.Kızartma yerine haşlama, fırında pişirme, sebze suyunda pişirme, soteleme yaparak pişirme yöntemlerini tercih edin.Çok koyu
çay
ve kahve tüketiminden kaçının.Günde 2 litre su tüketimine dikkat, su emilimi kalınbağırsaktan yapılır, kalınbağırsağın düzgün çalışması için yeterli sıvı alımı önemlidir.Sinameki bitkisi içeren çaylardan, gereksiz laksatif kullanımından kaçının.Doktorunuz önermedikçe asla lavman yaptırmayın. Unutmayın! İş sizde bitiyor. Açık davet yoksa, inanın ki kanser de yok.
Kaynaklar
1. T.C Sağlık Bakanlığı Kanserle Savaş Dairesi Başkanlığı
2. CecilTextbook of Medicine
3. National Foundation forCancerResearch
4.
NationalCancerInstitute
5.
AmericanCancerSociety
6.
Türkiye Kanserle Savaş Vakfı
7. Türkiye Kanser Derneği
8.
Göğüs Kanseri Dayanışma Grubu
9. Türkiye’de Kanser Durumu ve Uluslararası Göstergeler ile Uyumunun Değerlendirmesi Dr. Nazan YARDIM -Dr. Salih MOLLAHALİLOĞLU
ANADOLU İHL.EDEBİYAT ÖĞRETMENİ ZEKAYİ TEPİR
1.DÜNYA SAVAŞI’NDA BAYBURT’UN ÜSTLENDİĞİ MİSYON
Bu makalede 1.Dünya Harbi’nin seyrini değiştiren, fakat her nedense dikkate alınmayan bir gerçekten, Bayburt’umuzun 1.Cihan Harbi’ndeki misyonundan, bahsedeceğim. Çünkü bu hakikat Bayburt’umuz için irdelenmesi gereken bir meseledir. Böylesi önemli bir realiteyi elbette ki araştırmak, gün ışığına çıkarmak her Bayburtlu gibi bizimde asli olmasa da vicdani bir görevimizdir.
19.yüzyıla damgasını vuran I. Dünya Savaşı, Türk ulusunun unutmaması gereken ibret anekdotları ile doludur. Çünkü bu harp, Batı dünyası için, Türklüğün yok edilmesini ve Anadolu’dan atılmasını hedef alan bir misyonun; "Şark Meselesinin" uygulama safhalarından biridir. Bu sebeple bu harbin her anının bilinmesi ve üzerinde uzun uzun düşünülmesi; gerek şimdiki neslin, gerekse gelecek nesillerin üzerine düşen ciddi bir vazifedir. Ancak, bu savaşın, günümüze kadar yapılan araştırmalarda göz ardı edilen önemli mihenk taşları da vardır. Makalemin başında da belirttiğim gibi Bayburt’un üstlendiği misyon-ki büyük yekununu “Kop savunması” tutar-işte Türk tarihindeki nadir kilometre taşlarından biridir. Bilindiği üzere, I. Dünya Savaşı, süre bakımından çok uzun bir zamanı, yer bakımından da çok geniş bir coğrafyayı etkisi altına alan, askerî, politik ve toplumsal açıdan büyük bir anafordur. Osmanlı Devleti de bir oldubitti ile Kasım 1914′te bu savaşa girmek zorunda bırakılmıştır. Osmanlı Devleti’nin savaşa girmesiyle, birçok yeni cephe de açılmış oldu. Bu da savaşın seyrini değiştirmiş ve İtilâf Devletleri’nin birçok plânının ve hayâllnindumura uğramasına sebep olmuştur. Bu bağlamda itilaf devletlerinin ve özellikle Rusya’nın düş kırıklığına uğramasının nedenlerinden biri de su götürmez bir gerçek olan misyonumuzdaki "Kop savunması" gerçeğidir. Gerçekten Kafkas cephesinde bir mevzi müdafaası gibi görünen Bayburt savunması, ki en önemli ayağı "Kop savunması" dır, incelendiği zaman, bunun sıradan bir savunma olmayıp, Kafkas cephesinin ve dolayısıyla Osmanlı-Rus savaşının kaderini değiştirecek kadar önemli bir savunma olduğu, yıllar sonra da olsa aklıselim kimselerin dikkatinden kaçmayacaktır.Bu savunma Ruslara ve Ermenilere karşı yapılan mütearife bir savunmadır. Ben, daha çok Bayburt savunmasının, Kop dağları civarındaki hamasi yönünden söz edeceğim. Çünkü Bayburt savunmasının odağında, Kop dağları ve çevre köylerdeki kanlı çarpışmalar bahis mevzuudur.
Coğrafyanın, savaşların gerek seyri, gerekse sonuçları üzerindeki etkileri bilinen bir realitedir."Kop savunmasını” önemli kılan faktör de onun işte bu coğrafi konumudur. Bu nedenle bölgenin jeopolitik ve jeostratejik açıdan kısa bir analizini yapmak makalenin sıhhati için yerinde olacaktır.
"Kop savunması" Bayburt ili sınırları dahilinde bulunan Bahtlı (Rakım 2980)-Kop (2600) dağlarının bulunduğu bölgede vuku bulmuştur. Bilindiği üzere bu mıntıka Doğu Anadolu’nun kuzey kısmını Karadeniz’e bağlayan Erzurum-Trabzon karayolu hattında bulunmaktadır. Eski çağlardan beri Doğu-Batı ticaretinde önemli bir yere sahip olan ve Tebriz’e kadar uzandığı için "İran Transit Yolu” da denilen tarihî "İpek Yolu" buradan geçmekteydi. Bu güzergâhın en stratejik mevkii ise Kop Geçidi’ydi. Bu geçit, ATASE arşivinde (Genel Kurmay Askerî Tarih ve Stratejik Etüd Başkanlığı) bulunan bir belgede;"Kop Köyü’nden Altuntaş’ı aşan yolun geçtiği geçit" olarak tarif edilmekte ve "buraya Kop Geçidi derler." denilerek, bölgenin stratejisi belirlenmekte ve aynı zamanda tahkim edilmesi istenmektedir. Bir başka belgede ise: "… menzilhudud-ı asliyesine hakimiyeti itibariyle gerek sevkü’1-ceyş ve gerek tabiyece ehemmiyet-i azimeyihâizdir" denilerek, geçidin askerî açıdan önemi üzerinde durulmaktadır. Ayrıca, Kafkas cephesinde görev yapan Mareşal Fevzi (Çakmak) da anılarında bölgenin stratejik önemine ilânihaye dikkat çekmektedir.
Elbette ki, bölgenin stratejik önemini çok iyi bilen Rus orduları da ilk fırsatta Kop Geçidi’ne yöneleceklerdir. Keza, Erzurum’u ele geçiren Rusların, burada güvenli bir şekilde ikametleri için mutlaka Tercan ile Bayburt’u ele geçirmeleri gerekiyordu. Bayburt dışında Trabzon ve Rize’yi ihata eden Ruslar için artık hedefe ulaşabilmek; Gümüşhane-Kelkit-Erzincan hattını ele geçirmeye bağlıydı. Bu hattın en stratejik mevkiinin Bayburt olduğunu çok iyi bilen Ruslar, burayı bir an evvel işgal etmek için büyük çaba sarf etmekteydiler. Bu merkezi de ele geçirdikleri vakit Trabzon’a varacaklar ve böylece Trabzon limanından da istifade ile II. Türkistan Kolordusu’na destek vererek, Karadeniz sahil şeridine hâkim olup, stratejik üstünlüğü ele geçireceklerdi. Bunun başarılması demek, Osmanlı’nın, ölümü yaklaşmış hasta adamın, iyice güç kaybetmesi, kısacası yenilen boksör gibi havlu atması demekti.
Bayburt Kop cephesindeki muharebelerin durumuna gelince: 15 Şubat 1916 tarihinde Erzurum’u işgal eden Rus orduları, bir taraftan Doğu Anadolu’da muhtelif istikametlerde taarruzlarına devam ederken, 19 Nisanda da Trabzon’u işgal etti. Rus orduları Başkomutanı General Yudenich(Yudeniş), Erzurum’u işgalden sonra, 250.000 kişilik ordusuna hitaben yaptığı konuşmada: “Artık karşımızda Türk ordusu diye bir unsur kalmamıştır. Çar’ın emri gereğince, haziran ayında İstanbul önlerinde olacağız. İleri!” demekteydi. Yudenich’in bu amaca ulaşabilmesi ve tükürdüğünü yalamaması için Trabzon-Erzurum yolunu bir an evvel kontrolü altına alması gerekiyordu. Bu ise ancak Kop Dağı’nı ardından da Bayburt’u ele geçirmesi ile mümkün olacaktı. Sonrası malumdu, Karadeniz tamamen alınacaktı.
Kop muharebeleriyle ilgili anıları derleyen Bayburt sevdalısı gazeteci merhum Osman Okutmuş Bey, "Kop savunmasının Şubat 1916 senesinde nasıl başladığını derlediği kitapta aynen şunları ifade etmektedir: "Erzurum’un Ruslar tarafından işgal edildiğini ve düşmanın Aşkale-Bayburt istikametinde ilerlediğini haber alan bir cami imamı, cemaati camide toplayarak etkileyici bir konuşma yaptıktan sonra: ‘düşmanın Bayburt’u işgal edebilmesi için tek yolun Kop dağı olduğunu ve öncelikle bu engeli geçmesi gerektiğini’ belirterek halkı bu bölgenin savunulması için harbe, Allah yolunda cihada davet etmiştir. Bunun üzerine bölgede oluşturulan milis güçleri Kop Dağı’na hareket ederek oradaki Halid Paşa komutasındaki kuvvetlerle birleşip bu savunmadaki yerlerini azimkarane bir biçimde almışlardır.”
5 Şubat 1916 günü Türk kuvvetlerinin bir kısmı, dağda müdafaa hattını hazırlarken diğer kısmının Aşkale mevziinde çarpışan birliklere katılması için hareket etmeleri emredilmişti.
Öte yandan Rus kuvvetleri komutanı karşılarında güç gösterecek Türk kuvveti bulunmadığına kanaat getirmiş olmalı ki, bütün birliklerini Aşkale’ye yerleştirmişti. Diğer bir tabura da Bayburt istikametinde ilerlemek üzere emir verilmişti (8 Şubat 1916). Bu taburu, Paşadağı sırtlarına yerleştirilmiş olan, Yüzbaşı Reşit Bey komutasındaki Türk kuvvetleri karşıladılar. İki gün süren şiddetli muharebeler sonunda Rus taburunun büyük bir kısmı telef edildi. Geriye kalan kısmı ise ağırlığını bırakarak Aşkale istikametinde kaçmaya mecbur bırakıldı. Bu toprakların bir karışının dahi kolayca alınamayacağını anlayan düşman kuvvetleri komutanı, karargâhını mecburen Bayburt’tan 70 km uzakta Aşkale’de kurdu.Türk kuvvetleri de Kop dağlarını müdafaa emrini aldı. Yüzbaşı Reşit Bey, ön mevzilerimizi iyice kuvvetlendirdikten sonra düşman kuvvetlerinin bütün taarruzlarını sonuçsuz bırakarak onlara ağır kayıplar verdirdi. Bu kararlı müdafaa beş gün sürdü. Yüzbaşı Reşit Bey de Kop dağlarının müdafaasını kuvvetlerine, ağır coğrafya şartlarında dahi mükemmel olarak tatbik ettirdi. (3 Mart 1916).
4 Mart 1916 günü Bölük Komutanı Reşit Bey, bölüğünü, gösterilen mevzilere yerleştirdikten sonra Kop savunması komutanı Halit Bey ile görüşmüş ve Halit Bey de Reşit Beye; bundan sonra Çoruh müfrezesine katılmış olduğunu, almış olduğu emirler gereği, Kop dağlarından Soğanlı dağlarına kadar cephenin uzun müddet müdafaasına devam edileceğini söyledi. Böylece savunma hattı 100 km’den fazla bir koridora genişletilmiş oldu. Halit Bey, Reşit Bey ve emri altındaki diğer subaylarla yapmış olduğu bu görüşmeden sonra artık "Kop savunması" dolayısıyla da Bayburt savunması başlamış oluyordu. Bu çetin ama, bir o kadar cesaret örneği bir savunmadır."KopSavunması"nın başlamasından sonraki gelişmeler hakkında 32. fırka (tümen)’ya tabi 95. Alay Kumandanlığı’nın muharebe tutanağında; Rus ordusunun iki aydan beri taarruza devam ettiği ve en ciddi taarruzlarının da Karasu ve Çoruh havzaları ve bu havzaların ihtiva ettiği Erzincan, Bayburt mıntıkalarıyla, stratejik bakımdan büyük önem taşıyan Kop dağı ve çevresi olduğu, saldırılarını bu tarafa yönelten Rus kuvvetlerinin her saldırışında, cephede adetâ insan yığınlarından bir kale meydana geldiği ifade edilmektedir. Bilfiil 96. Alay’a bağlı 1. ve 3. Taburların kaydettikleri harp günlükleri 95. Alay’ın bu hususta vermiş oldukları bilgiyi doğrulamaktadır. Zira bu durum cephedeki diğer yazışmalardan da gözlenmektedir. Bu bilgiler şifai olmayıp yazılı delillerle sabittir. Bu yazışmalardan mart ve nisan aylarındaki muharebelerin çok şiddetli geçtiği, birçok subay ve erin şehit olduğu, buna karşılık Ruslara da ağır zayiat verdirildiği ve Rus askerlerinden esirler alındığı anlaşılmaktadır. Bu esirler içerisinde Türkçe bilenlerin bulunduğu kaydedilmektedir. Rus ordusu içerisinde Türkçe bilen askerlerin bulunması, bizde, bu askerlerin Türk asıllı (Azerbaycan, Kazakistan,Türkmenistan veya Tataristan asıllı askerler) olabileceği kanaatini, kesin olmamakla birlikte, uyandırmaktadır. "Kop savunması" sırasında cereyan eden muharebelerde Türk askerinin fevkalâde şartlarda gösterdiği şecaat, yine onun kahraman kumandanları tarafından ödüllendirildi. Filhakika, 3.Ordu Kumandanlığı’nca Kolordu ve fırka kumandanlıklarına tebliğ edilen telgrafta üstün hizmet gösteren erkân ve zâbitânın ödüllendirilmesi istenmektedir. Subay ve erler, defalarca muharebâttakifedâkârlığından dolayı 3.Ordu Kumandanlığı’nın emri gereğince ordu, mıntıka ve cephe kumandanlıkları tarafından "kurdele" ve "takdirnameler" verilmek suretiyle taltif edildiler. Ayrıca 3.Ordu komutanı Vehip Paşa, gönderdiği telgrafta Kop muhariplerini başarılarından dolayı kutlamaktaydı. Nisan ayında yoğun bir şekilde devam eden Kop taarruzlarının mayıs ayında biraz hafiflediği anlaşılmaktadır. Bununla beraber, Vehip Paşa’nın emri üzerine haziranda tekrar Kop taarruzları başladı. 2-5 Haziran tarihleri arasındaki muharebelerde, Ruslara binlerce kayıp verdirildi. Mütemadiyen devam eden karşılıklı taarruzlar, temmuz ayında da devam etti. Neticede 12 Temmuz 1916 akşamı, Rus 4.avcı fırkasının topçu himayesinde bütün kuvvetiyle gelişen taarruzlarına karşı (rakım-2100- Kanlı kaya) hattında mukavemete çalışan Kop cephesi sarsılmağa başladı. Bunun üzerine cephe kumandanı Bahaeddin Bey, Kop cephesinde daha fazla tutunamayacağını anlayarak geri çekilme emri verdi. Bu da bütün taarruzları kanlı bir şekilde püskürten Çoruh cephesinin çekilmesini zorunlu kıldı. Bu ricat emriyle birlikte yeni savaş planları yapmak, savaşın makus giden kadersini değiştirmek gerekiyordu.
Türk birlikleri hızla çekilmeye devam ederken, Fevzi Paşa (Çakmak) 15 Temmuz 1916 gecesi Bayburt’taki karargâhından ayrılarak, 16 Temmuz sabahı Trabzon yolu üzerindeki Akşar(Balahor)’a geldi. Öte yandan aynı gün, Bayburt, Rus birlikleri tarafından işgal edildi (16 Temmuz 1916). Vehip Paşa, verdiği direktifte: "3. ordu mecburiyet hâlinde (Cebice-Mans Şarkı-Lori Deresi Şarkı, Zülfe Dağı) hattına çekilerek Ziyaret dağında Lazistan Cephesi ile birleşecek yeni bir savunma hattı oluşturulacak.” diyordu. Bu gelişmeler harbin seyrini değiştirse de sonucunu elbette ki değiştiremeyecekti.
Unutulmamalıdır ki “Kop Savunması” ile Rusların yaklaşık 6 ay gibi uzun bir süre oyalanması, durdurulması ve daha fazla ilerlememesi sağlandı. İşte ordumuza bu zaman kazandırma önemli bir olaydır. Bu hususta Bayburtlu Emekli General Sadri Karakoyunlu, hâdiseyi şöyle değerlendirmektedir:
"Kop Dağı bloku, düşman tarafından ele geçirilince, Türk 5. kolordusunun savunması çözüldü. Bundan anlaşılıyor ki 5,5 ay devam eden “Bayburt savunması”nın kilidi Kop Dağı idi. Bu kilidin anahtarı düşman eline geçince, Türk askeri, kanını ve canını bu savunmanın devamı için oluk oluk dökmüş olmasına rağmen, bu dağlarda bir kâbe kutsallığı ile cesetlerinden âbideler bırakarak geri çekildi"
Böylece Erzurum’u aldıktan sonra "istikâmet Batı Anadolu" diyerek "Haziran’da İstanbul önlerinde olmayı hayâl eden(!)" Rus orduları başkomutanı General Yudenich; bu ayda Kop dağlarını bile aşamadı. Dolayısıyla emperyalist güçlerin ve Rusların plânı, daha Kop’ta başlamadan bozulmuştu.
Kop cephesindeki iki tarafın zayiatı hakkında kesin bir rakam söylemek bizce, oldukça güçtür. Zira o günün fevkalâde koşulları göz önünde bulundurulursa bu hususun açık bir şekilde tespitinin mümkün olamayacağı anlaşılır. Savaşın şiddeti ve coğrafyanın durumu birlikte değerlendirildiğinde Kop dağı savaşlarında hayatını kaybeden asker sayısı hakkında bazı kaynaklarda 20.000 rakamı verilmektedir. Bu rakamların güvenilir kaynaklara göre (Genel Kurmay Askerî Tarih ve Stratejik Etüd Başkanlığı kayıtlarına göre )15.000’inin Rus askerlerine, 5.000’inin ise Türk askerlerine ait olduğu anlaşılmaktadır. Bununla beraber, Fevzi Paşa (Çakmak), bu hususta genel bir değerlendirme yaparak, Rusların sadece Bayburt ve Erzincan’ı almak için beş ayda en az 33.000 zayiat verdiklerini, bu rakama Trabzon’u almak için verdikleri zayiat da eklendiği zaman Rus kaybının toplam 40.000′e ulaştığını bildirir. 3.Türk ordusunun ise 9700 şehit, 15.000 yaralı olmak üzere toplam 24.700 zayiatı olduğunu ifade eder.
Mareşal Fevzi Çakmak Paşa’nın Kop Müdafaası için, meşhur “II.Plevne’dir.” sözünün anlamını bu rakamlardan sonra daha iyi idrak etmekteyiz. Yine Fevzi Paşa: "Yalnız 3.mıntıkada bizzat mahallinde tuttuğum kuyudata (kayıtlara) nazaran Ruslardan beş ay zarfında alınan üsera yekûnu 3237 nefere baliğ olmaktadır. Bunlarla beraber 14 top, 29 mitralyöz de iğtinam olmuştur." diyerek, 3.mıntıka bölgesindeki Bayburt müdafaasının ve muharebelerinin şiddet ve ehemmiyetini vurgular. II.Plevne’yipekiştirir.Yine Doğu(Şark) cephesinde yedek subay olarak görev yapmış merhum Gazi Halil Ataman da hatıratında "Kop savunması" ile ilgili önemli tespitlerde bulunmuştur. Ataman, Kop dağlarındaki muharebelerin cereyan ettiği esnada kaleme aldığı bu hatıratında; “Asıl kıyamet, Kop Dağı’nın yükseklerinde kopuyordu ve mukadderatımızı da o yerdeki boğuşma tayin edecek gibi görünüyordu." diyerek Kop’taki çarpışmaların önemine dair çok isabetli tespitler yapmıştır. Bu da "Kop savunması”nın önemini ortaya koyması bakımından dikkate alınması icap eden bir diğer kanıttır.
Kanaatimizce Türk ordusu ve milletinin “Kop savunması”nı hangi şartlarda yaptığının bilinmesi de muharebelerin mukadderatı kadar kıymete şamildir. Keza, bu muharebeler olağanüstü şartlarda ve çok büyük bir özveriyle yapılmıştır. Savunma esnasında karşılaşılan güçlükler bu durumu ortaya koymaktadır.
Gerek hâdiseyi yaşayanların hatıralarında, gerekse arşiv belgelerinde, yaşanan bu güçlükler hakkında önemli bilgiler bulunmaktadır. Buna göre soğuk, açlık, bit salgını, salgın hastalık; haberleşme ve istihbarat eksikliği belli başlı güçlüklerdir. Nitekim Everek (Örence) köyü halkından olan Ahmet Aybaba, Kop muharebelerinde bulunmuş, müdafaa hattındaki çeşitli zorluklara cephede bizzat şahit olmuştur. Ayrıca Gazi Ahmet Aybaba, Rusların altı ay Kop dağlarında kaldığını, Türk askerinin bu dağlarda teçhizatsız, aç, susuz ve perişan bir vaziyette harp ettiğini ifade etmektedir.
Kop gazilerinden, Bayburt’lu Arifoğlu Mahmut Canmemiş de; Kop’ta sadece düşmanla değil; aynı zamanda, açlık, bit ve soğukla da savaştıklarını anlatmıştır. Yine adı geçen gaziden rivayet edildiğine göre cephede açlık hâdisesi karşısında atların dışkılarından çıkan arpa taneleri temizlenerek kavrulup yenmiş, avlanan bir hayvanın kanının ekmek bulabildikleri zamanlarda ekmeklerine katık yapıldığı yahut en küçük bir av hayvanı bulamadıklarında atın sağ tarafını keserek yedikleri bile vâkî olmuştur.
Soğuk ve kar, muharebe esnasında karşılaşılan güçlüklerin başında gelir. Zira bu iki faktör, hem askerin sıhhati açısından hem de ikmâl faaliyetleri bakımından, harbin gidişatını etkileyen önemli problemlere sebep olmuştur. Nitekim bir belgede; Altuntaş-Kop yolunun tamamen karla kaplı olması sebebiyle askerin güçlükle hareket edebildiği ve bu yolun yük arabalarının geçişine müsait bir hâle getirilemediğinden bahsedilmekte, başka bir belgede ise; kar yığınlarından oluşmuş tepeciklerden söz edilerek harp mahallinin olağanüstü şartları gözler önüne serilmektedir. Biz buna amiyane bir üslupla coğrafyanın ya da iklimin azizliği diyoruz. İşte savaş şartları böylesine acımasız ve sertti.
Bu imkânsızlıklar ve zorluklar yanında askerde, kolera tehlikesi de baş göstermiştir. Bu mesele 3. ordu Kumandanı Vehib’in Çoruh Müfreze Komutanlığına gönderdiği telgraftan anlaşılmaktadır. Buna göre; Vehib Paşa, ordunun sıhhati açısından önemli bir tehlike olan kolera hastalığına karşı, askere aşı yapılması ve bu hastalığa karşı gerekli tedbirlerin derhal alınmasını istemektedir.
Cephede haberleşme ve istihbaratla ilgili bazı sıkıntıların da yaşandığı görülmektedir. Örneğin, muharebeler devam ederken, 46.Alaya bağlı 1. tabur’un, 96. Piyade Alayına tabi’ 3. Tabura düşman zannederek taarruza yeltenmesi, daha sonra gönderilen irtibat neferleriyle bu ateşin kestirilmesi, haberleşmede doğan aksaklıklardan kaynaklanmaktadır. Cephede, birlikler arasındaki bu irtibatsızlıkların yanı sıra haberleşmede muhaberatçı, arıza ve malzeme (telefon makinesi, telgraf) sıkıntısının da çekildiği tüm burada sözünü ettiğimiz sebeplerden açıkça anlaşılmaktadır.
"Kop Savunması"nda şehit olan rütbelilerin ve erlerin durumuna baktığımızda bazı değerlendirmelerde bulunabiliriz. Arşiv kayıtlarına göre, şehâdet tarihlerinin daha çok Mart-Nisan 1332 (1916) de yoğunlaştığını görüyoruz. Bu durum, çarpışmaların bu günlerde daha şiddetli bir şekilde sürdüğünü gösteriyor.Öte yandan, şehit olanları memleketleri açısından değerlendirdiğimizde, Yozgat,Şarkışla, Balıkesir, Aziziye, Tokat il ve ilçeleri başta olmak üzere, Anadolu’nun her bucağından bu muharebelere iştirak edildiği görülmektedir. Ayrıca bugünkü milli sınırlarımız dışında kalan Kudüs ve Halep bölgelerinden de şehit olanlar vardır. Subay kadrolarından da, (Yüzbaşı, Üsteğmen, Teğmen ve Asteğmen) çok sayıda şehit verildiği dikkatimizi çekmektedir. Diğer bir önemli husus da şehitlerin yaş durumlarıdır. Belgelerde, doğum tarihi itibariyle bu muharebelere katılanların en yaşlısının 1290 (1873), en gencinin ise 1314 (1896) doğumlu olduğu görülmektedir. Bu durum, 20-40 yaş arasında eli silah tutan herkesin cepheye sevk edildiğini göstermesi bakımından son derece dikkate şayandır.
I. Dünya Savaşında Kafkas Cephesinde devam eden "Kop savunması”, askerî, siyasî ve sosyal açıdan önemli sonuçları da beraberinde getirmiştir. Nitekim bu sonuçlar, Türkler için olduğu kadar Ruslar için de büyük bir önem taşımaktadır. Zira I. Dünya Savaşı’nda İtilaf devletleri Çanakkale’yi aşamazken doğuda ise Ruslar, Kop dağlarında önemli bir süre durduruldu. İşte bu gelişmeler İtilaf devletlerinin ve destekçilerinin birçok plânının ve hayalinin istedikleri şekilde gerçekleşmesine mani olmuştur.
Doğuda Ruslara karşı, "Bayburt savunması"nın kilidi sayılan Kop dağlarında verilen hamasi mücadele sonunda, her ne kadar Bayburt’un işgaline engel olunamamışsa da, bu bölgede vuku bulan savunmanın ve muharebelerin Türk harp tarihindeki yeri ve önemi oldukça büyüktür. Keza, adı geçen mıntıkada düşman, azımsanamayacak bir süre oyalanmış, aynı zamanda kuvvetlerinin büyük bir kısmı da yok edilmiştir. Bu muharebede başta müdâfaa olmak üzere taarruz, karşı taarruz, takip, geri çekilme gibi her türlü strateji ve taktik kullanılmış; araziden de büyük ölçüde istifade edilmiştir. Daha önce de arz ettiğim gibi Mareşal Fevzi Çakmak; "Bayburt müdafaası muvaffak olmuş bir Plevne sayılmalıdır" diyerek bu savunmanın önemini çok açık bir şekilde ortaya koyar. Türk Milleti, burada da, Kanije, Akkâ, Plevne ve Çanakkale’de olduğu gibi, bir kez daha fevkalâde bir duyarlılıkla, vatan, millet ve hürriyet aşkıyla düşmana karşı tek yürek olarak mücadele etmiştir."Kopsavunması”nın diğer savunmalardan farklı bir yönü olduğu da söylenebilir. Çünkü Türk tarihinde adı geçen savunma savaşlarının hepsi daha evvel hazırlanmış tahkîmatlı mevzilerde yapılmıştır. Halbuki "Kop savunması" tamamen sahra tahkimatı ile kuvvetlendirilmiş mevzilerden yapılmış ve hareket faktörü bu savunma savaşında birinci rolü oynamıştır. Bir diğer önemli husus da, Bayburt’ta Türk kuvvetleri Plevne’de olduğu gibi Ruslara teslim olmamıştır.“Kopsavunması”nın askerî tarihimiz açısından öneminin yanı sıra, Türk-Rus ve Türk-Ermeni münasebetlerinin bazı yönleriyle aydınlığa kavuşturulması bakımından da ayrı bir yeri vardır. Çünkü Ruslar, Anadolu üzerindeki geleneksel politikalarını (sıcak denizlere inmek) bu dönemde tekrar fiiliyata dökmek isterken, Ermeniler de bu cephede Ruslarla işbirliği yaparak "Büyük Ermenistan" hayallerini gerçekleştirmek istiyorlardı. Bu cümleden olarak daha önce ifade edildiği üzere Rus orduları Başkomutanı General Yudenich’in, İstanbul’u ele geçirmeyi hedefleyen konuşması söz konusu olan tarihî görevi gerçekleştirmeye yöneliktir. Diğer taraftan Ermenilerin, Doğu Anadolu’da Ruslarla birlikte hareket ederek Türk köy, kasaba ve şehirlerini ele geçirmeye çalıştıkları, tarihte eşine ender rastlanılan katliamlar yaptıkları bilinmektedir. Nitekim bu bölgede Rusların askerî harekâtlarının başlangıcından itibaren Ermeni desteğinin artarak devam etmesi bu durumu teyit etmektedir. Ermeniler Türk kültürüne ve dolayısıyla Türk isimlerine yabancı olmadıkları için bunu değerlendirme yoluna gittiler. Cephede boş durmayarak, "Veli, Hasan sakın ateş etme, ben Türkü’m" hilesiyle Türk askerini aldatmaya çalışarak, Rus birliklerinin Türk kolluklarına baskın yapmalarına sebep olmuşlardır.
Savaş sırasında bütün bu olaylar ihtişamıyla devam ederken, toplumsal boyutu olan ve halkı derinden etkileyen bazı acıklı olaylar da yaşanmaktaydı. Savunma bölgesinde bulunan bazı Türk köyleri boşaltılmış, Rus istilasıyla beraber iltica kaçınılmaz hâle gelmiştir. Bununla birlikte ne zaman ve hangi koşullarda olursa olsun, bir insanın doğup büyüdüğü, hâtıralarını paylaştığı toprakları terk etmek zorunda kalması hiç de kolay bir hadise değildir. Bu bakımdan savunma bölgesinde bulunan bazı yerleşim birimleri halkının savaş sebebiyle hükümetçe göç etmeye zorunlu bırakılmaları, o bölgelerde bazı sorunların baş göstermesine sebep olmuştur. Ancak halk, yurt edindiği o yerleri terk etmek niyetinde değildir. Nitekim olayın tipik bir örneği, harp sahasında yer alan Orta Çimağıl (Bayburt’a 55 km uzaklıktadır) köyünde yaşanmıştır. Halk, hükümet emrine uymayarak yerini yurdunu bırakmak istememiştir. Neticede zorla göçe tabi tutulan Orta Çimağılahâlîsinin bu tavrının sebeplerini yöre halkının kendi özel sebeplerinin yanı sıra, toprağa bağlılıklarında ve vatan sevgisinin yüceliğinde aramak gerekir. Keza, Kop dağında şehit olan bir erin üzerinden çıkan yavuklusuna yazmış olduğu şu mektup, Türk milletindeki vatan sevgisinin en içten bir ifadesi değil midir? Askerin bu mektubunu, gelecek nesillere de örnek teşkil etmesi bakımından bir ibret vesikası olarak aynen dikkatinize sunuyorum:
“Sevgili Ayşem, Sana bu satırları cepheden, Kop dağlarından yazıyorum. Seni dünyada her şeyden çok sevdiğimi zannederdim. Lakin yanılmışım. Beni affet. Kalbimi bilirsin, doğruyu söylemekten zevk alırım. Dünyada meğer senden ziyade sevdiğim vatanım varmış. Vatan aşkı yanında senin aşkın, evet senin ateşli aşkın söndü, sönük kaldı; fakat yine seni unutmadım, yine seviyorum. Bak, karşımda kanlı kanatları ile ölümü gördüğüm halde vakit buluyor, acele sana bu mektubu yazıyorum. Allah’a çok dua ettim. İnşallah eline geçer. Beni unutma. Lakin benim için ıstırap çekme. Çünkü ben mesudum. MEHMET”.
Kop dağlarında şehit düşen bu Mehmet’leri, tarih boyunca yetiştiren bir milletin elbette kendi tarihinden alacağı pek çok ders olmalıdır. Onun için "Bayburt ve Kop müdafaası" bir ibret nişanesidir. Bu sebepledir ki, Bayburtlu’nun gözünde adeta bir şehitler abidesi olan Kop dağı ve bu bölgede Türk insanının verdiği destansı mücadele türkülerde, şiirlerde yaşatılarak ebedileştirilmiştir. Kop Dağı’nın zirvesine, Halit Paşa ve onun erlerinin anıtı boşuna dikilmemiştir. Ancak ne hazindir ki, bugün tarih kitaplarında ve dahi ders kitaplarında adı bile geçmeyen, "Kop savunması" şüphesiz ki Türk askeri ile Bayburtlu mücahitlerin ortaya koyduğu topyekun bir mücâdelenin ürünüdür. Nitekim bu mücâdelede şehit düşenlerin künyelerine baktığımızda Edirneli’sindenTokatlı’sına, Konyalı’sına, Şarkışla!ı’sındanHarputlu’suna; hasılı bugünkü ulusal sınırlar içindeki hemen her ilimizden şehitlerin olduğunu görürüz. Hatta bugünkü ulusal sınırlarımızın dışında kalan vatan topraklarından bile şehitlerin bulunması; bize Türk milletinin hangi şartlarda olursa olsun ulusal birlik, dirlik ve bütünlüğünü korumak için her türlü fedakârlığı ortaya koyabileceğini göstermektedir. Bir Çanakkale, bir Sarıkamış nasıl ki destanlaşıp ebedileşmişse, neden Kop dağı savaşları da layık olduğu değere ulaşmasın?
Bilinmelidir ki; şehit kanlarıyla yazılmış olan bu destanın ve II. Plevne olarak tasvir edilen bu savunmanın Türk tarihinin bütünlüğü dâhilinde hak ettiği konum tespit edilerek, Türkiye Cumhuriyeti’nin varlığı ve bekası bakımından gelecek kuşaklara aktarılması zaruri bir ihtiyaçtır.
BİBLİYOGRAFYA (KAYNAKÇA)
1-Genel Kurmay Askerî Tarih ve Stratejik Etüd Başkanlığı (ATASE)
2- Belen, Fahri: 1. Cihan Harbinde Türk Harbi- C.I-V. Gen. Kur. Basımevi, Ankara- 1964, 1967.
3- Karakoyunlu, Sadri: Bayburt Tarihi
4- Doğan, Ayhan: Kop (Bayburt) Savunması, Yayınlanmamış Yüksek Lisans Tezi, Konya 1992.
5-Mareşal Fevzi Çakmak, Büyük Harpte Şark Cephesi Hareketleri, Gen. Kur. Basımevi, Ankara- 1936, s. 182, Mareşal Fevzi Çakmak, eserinin VI. bölümünde tafsilatlı bir şekilde III: Ordu harekatından ve bilhassa bunun ağırlık merkezini teşkil eden 3. mıntıkadaki harekattan ve Bayburt civarındaki muharebelerden bahsetmektedir.
6- Sarımollaoğlu, Ferhat Akyürek: Tüm Çevresiyle Bayburt ve Trabzon- İran Transit Yolu Bağlantısı, Ankara-I976,s.6-10. Osman Turan; "Bayburt" maddesi, İ. A., C.II, İstanbul.1979 s.365-367
7- Okutmuş, Osman: "Tarihin Işığında", Bayburt Postası, 21 Şubat 1991, Sayı: 3865, s. 112.
8- Okutmuş, Osman: “Kop Dağlarında 6 Ay” Bayburt Postası, I955,s.3-4.
9- 3′üncü Or. K. Korg. Refik Tulga, Gn. Halit Karsıalan’ın Biyografisi, Erzurum -1 Türk Harp Tarihi Harp Akademileri K. yay., İstanbul- 1983, s. 455-461.
10- Ataman, Halil: Esaret Yılları (Bir Yedek Subayın I. Dünya Savaşı Şark Cephesi Hatıraları), Yay. Hazırlayan, Ferhat Ecer, İstanbul, 1990- s. 95.
11- Hocaoğlu, Mehmet: Tarihte Ermeni Mezalimi ve Ermeniler, İstanbul, 1976. s. 775-782.
12- Mazlum, Nusret Kılıçkıran: Söyleyim Bayburt’un Vasfı Halini, İzmir, 1975. s. 33.
13- Akengin, Yahya: "Şiirlerde Bayburt" ,Türk Tarihinde ve Kültüründe Bayburt Sempozyumu
14-Genelkurmay Harp Tarihi Başkanlığının 19 Şubat 1972 gün. HRP. T.: 3214-72 Dök. Arş. 48 sayılı yazısı gereği, Kop Dağı muharebelerinde Kop cephesinde şehit olan ve kesinlikle kimlikleri tespit edilenler.
YAZAN: BAYBURT ANADOLU İHL.
TÜRK EDEBİYATI ÖĞRETMENİ: ZEKAYİ TEPİR
ŞEHİDİME MEKTUP
Şehidim, dünya meşakkati ile sizleri ihmal ettik, bunun farkındayım, affınıza sığınıyorum. Evet, haklısınız, mektuplarıma çok ara verdim. Bunun verdiği üzüntüyü anlatmaya utanç duyuyorum. Böylesi özel mektupları sadece 18 Martlarda yazmanın bir özür belgesi olduğunun da bilincindeyim. Ne olur bağışlayın, ne olur bana gönül koymayın! Sizlere söz veriyorum, sık sık mektup yazacağım. Affı zor büyük hatamdan dolayı, bu gece öylesine efkârlıyım ki gecenin zifiri karanlığında bir ışık huzmesi arayan kelebeğin heyecanıyla kendimi azaptan kurtaracak aydınlık bir çıkış arıyorum. Onun için kaleme, kâğıda sarıldım. Şu an gözyaşlarım pınar olup çağlıyor, gözümden akan yaşla yüreğim kan ağlıyor. Size karşı nankörlüğüm, yaralarımı dağlıyor. Bağışlayın!
Cennet’in MümeccedBağbanları,Allah’ın sizlere sunduğu şahadet şerbetinin tadını, dünya nimetlerine tercih ettiniz. Biliyoruz ki ortak bir yazgının aktörleri olan sizler, arşın gölgesinde gölgelenip “Havz-ı Kevser”den kana kana su içerken çok mutlusunuz. Yüce kitabımız Kuran’da beyan edildiği üzere dirisiniz. Mevlana gibi “şeb-i arus”unu idrak eden mübarek kullarsınız. Bizleri görüp gözetmektesiniz. Öyleyse şimdi yas tutmanın, karalar bağlamanın zamanı değildir. Zaman, sizlere teşekkür etme, sizlerin ulvi ruhları karşısında saygıyla eğilip selama durma zamanıdır. Sizleri en kalbi duygularımla selamlıyorum.
Ne mutlu sizlere ki böylesine yüce bir mertebeye ulaştınız. Ne gurur ki mümtaz şahsiyetlerle (peygamber,enbiya,evliya) birliktesiniz. Sizler; vatanınızı, milletinizi, devletinizi canınızdan çok sevdiğinizi, gösterdiğiniz kahramanlıklarla ve yazdığınız sayısız destanlarla ispatladınız. Rabbim sizden razı olsun.
Bayrağımızı her yerde dalgalandıran, başımızı düşmanlara karşı dimdik tutturan, toprağı bir vatana dönüştüren, her tehlikeye karşı sinesini kalkan yapan siz şehitlerimize ne kadar minnet duysak azdır. Ruhunuz şad olsun.
Şehitlerim, gözünüz arkada kalmasın sakın! Geride bıraktığınız mukaddes emanetlerin bekçiliğini yapmaya, mihmandarı olmaya ant içtik. Sizler nasıl ki ay, yıldızlı bayrağı asla indirtmediyseniz, minarelerden yükselen ezanı dindirtmediyseniz, milletinizi kurda kuşa sindirtmediyseniz, Asım’ın neslinin namusunu çiğnetmediyseniz; bizler de aynı yoldan ilerleyeceğiz. Malazgirt’teki Alparslan, İstanbul’un fethindeki Fatih, Sakarya’daki Mustafa Kemal’ler olacağız. Düşmanların karşısında, Bağdat’ın fethinde başını vermeyen Genç Osman, Erzurum’da Nene Hatun, Sarıkamış’ta meçhul asker, Çanakkale’de kanının son damlasına dek savaşan Yahya Çavuş, imanıyla tek başına bir donanmayı perişan eden Seyit Onbaşı’lar gibi sapasağlam duracağız. İşte Çanakkale, geçin bakalım nasıl geçeceksiniz, diye meydan okuyacağız. İşte Sakarya, alın bakalım, nasıl alacaksınız, diye kafa tutacağız. Gaziysek huzura, şehitsek “ölümden öte köy yok” deyip sizler gibi rahmet-i Rahman’a kavuşacağız.
Ey, Tarihe Adını Altın Harflerle Yazdırmış Şehidim!
Sen ülken için, dinin için, üzerine düşen vazifeyi layık-ı veçhiyle yerine getirdin. Şimdi sıra bizde. Bizler de bu Cennet vatan için şahadet şerbeti içmeye hazırız. Bizler de seve seve canımızı feda etmeye amadeyiz. Bunu bilin ve bizlere güvenin. Korkmayın! Bu vatan, sizin zamanınızda tüfeklerle, süngülerle, imanınızla ve ümitlerinizle düşmandan kurtuldu. Bugün ise kalemlerle, dimağlarla, inanç ve umutlarımızla en ileri medeniyetlerin de üstünde yükseliyor. Şanlı Türk milleti, ille de şerefiyle sayenizde göğsünde taşıdığı nurla yaşıyor, öyle de devam edecektir. Kederlenmeyin! Kahraman şehidin mirası, hâlen kahraman şehidin ve onun torununun mirasıdır. Bize emanet ettiğiniz bu mirasın ilelebet nigâhbânıyız.
Canımdan Öte Canlarım,
Bayburt Anadolu İmam Hatip Lisesi
Zekayi TEPİR
Türk Dili ve Edebiyatı Öğretmeni
SPORUN VAZGEÇİLMEZLRİ
Üslub-u beyan, ayniyle insan, diye bir söz vardır, bizde. Yani dil, insanı ele verir. Bir insanın kullandığı dile dikkat ettiğimizde onun dünya görüşünü, inancını, kültür ve eğitim düzeyini hatta zaaflarını kolaylıkla tespit edebiliriz. Bir bakıma kişinin söyledikleri ne ise karakteri de odur, bir başka deyişle insanın aynası sözleridir, diyebiliriz. Bu veciz ifadeyi “spor” için uyarladığımızda “davranış-ı olumlu, adam gibi sporcu” anlamı çıkar. Tanzimat Dönemi edebiyatı şairi Ziya Paşa ne diyordu: ” Ayinesi iştir kişinin lafa bakılmaz/Şahsın görünür rütbe-i aklı eserinde.” Yani kişi söylemleriyle değil, eylemleriyle kendini ispat eder. O halde spor için de artık “sporda ahlak ve maneviyat edebiyatı” yapmanın ömrü çoktan nihayetlenmiştir. Vakit, eyleme geçme vaktidir. Sporda ahlak ve maneviyat sloganları atmanın kimseye bir faydası yoktur. Bu mevzuda teoriden pratiğe geçmenin ne kadar önemli olduğu su götürmez bir gerçektir.
Günümüz toplumumuz ahlaki ve manevi değerler bakımından hızla yozlaşmaktadır. Ahlâkta, kimlikte, kültür ve medeniyet alanında büyük çapta çözülme ve kırılma yaşanmaktadır. Toplumun her katmanında nahoş hadiseler tezahür etmekte, trajik olaylar ve durumlar vuku bulmaktadır. Toplumsal değerlerdeki çözülmeye bağlı olarak aile yapısında çözülme hızlanmakta, rüşvet, yolsuzluk, hırsızlık ve şiddet artmaktadır. Son yaşadığımız “Özgecan Arslan” cinayeti bunun en spesifik örneğidir. Sporda da durum farklı değildir. Hemen her gün görsel veya yazılı medyada, ister profesyonel ister amatör kategorilerde faaliyet gösteren sporcuların karıştığı, ahlaka ve maneviyata mugayir hadiseler cereyan etmektedir. Tam da bu noktada sporda da ahlak ve maneviyatın lüzumu kendini hissettirmektedir.
Evet, sporun her dalında ahlaka ve maneviyata son derece ihtiyacımız vardır. Atatürk’ün belirttiği: ”Ben sporcunun zeki, çevik, aynı zamanda ahlaklısını severim.” sözü bu noktaya işaret etmiyor mu? Atatürk, bir sporcunun nasıl bir insan olması gerektiğini, bu sözüyle vurgulamıyor mu? Demek ki ahlak ve maneviyattan mahrum sporcunun ve sporun bir anlam ifade etmediği aşikârdır.
Bir müsabakada sporculara düşen görev, öncelikle yaptıkları sporu, ahlaki normlar çerçevesinde dürüstçe icra etmektir. Bunu başarmak için de kuvvetli bir maneviyata gereksinim vardır. Maneviyat ise o sporcunun davranışlarındaki samimiyettir. Kişinin vicdanı olduğu kadar nefsi de vardır ve insan benlik duygusunu barındıran bir varlıktır. Nefsine ve benliğine söz geçiremeyen bir sporcu, ahlakın, maneviyatın, nezaketin, vicdanın, samimiyetin, iyi kötü ayrımını nasıl yapabilir? Demek ki öncelikle bir sporcu kendini her zaman kontrol altında tutabilmeyi başarmalıdır. Sinirine, kibrine, egosuna, zaaflarına söz geçiremeyen bir sporcu, öncelikle insanlığından taviz vermiş demektir. Artık kendi de sporculuğu da tartışılır olmuştur.
Bir sporcu faaliyette bulunduğu alanda evvela kendine, sonrasında ise onu izleyenlere ve mensup olduğu camiaya karşı sorumludur. Unutulmamalıdır ki sporcunun sergileyeceği olumsuz bir tavır, spordan zevk almayı isteyen seyircileri tahrik edecektir ve parçası olduğu camianın saygınlığını zedeleyecektir. Pekiyi, sporda ahlak ve maneviyat niçin sporun olmazsa olmazıdır? Biliyoruz ki spor, sadece rekabet etmek, yenmek ya da yenilmek, para kazanmak için yapılmamaktadır. Spor aynı zamanda evrensel bir dildir ve tüm insanlığın ortak ve ulvi paydasıdır. Kimsenin bu yüce dili konuşulmaz yapmaya, etkisiz kılmaya haddi yoktur. Sporda ahlakı ve maneviyatı yok saymak, insanda ruhu inkâr etmek gibidir. İnsan nasıl ki ruhsuz yaşayamaz, ölüye dönerse; içinden ahlak ve maneviyat çıkmayan sporun da ruhu maatteessüf ki kaybolmuştur. Ruhsuz bir sporun kime ne faydası olabilir ki?
Sporun hangi dalında olursa olsun, sporculara düşen görev, davranışlarını en güzel biçimde yansıtmalarıdır. Irkçı bir söyleme sahip bir sporcunun, soykırıma sessiz kalan bir faşistten ne ayırdı vardır? Bir futbol maçında kendini penaltı almak için yere bırakan bir futbolcuyla, bir marketin kasasından para çalan hırsızın ne farkı vardır? Yahut kazanma hırsı uğruna doping yapan bir haltercinin, haram yiyen bir haramzadeden ne farkı vardır? Evet, hiçbir farkı yoktur. Sporun birleştirici, bütünleştirici, ötekileştirmeyip bağdaştırıcı gücünü kullanıp insanlığa yarar sağlamak dururken; şahsi menfaat ya da birilerini hoşnut tutma adına yapılan ahlaksız girişimler niçin gündemi işgal etsin? Unutulmamalıdır ki birlik, beraberlik ve dayanışma ruhu zedelenmiş bir sporcudan, kavgacı bir ruh halinden başka bir şey beklenemez.
Maneviyatlı sporcunun asla polemiklerle işi olmaz. Bilir ki spor: kardeşliktir, barıştır, en güzel yarıştır, dayanışmadır, sevgidir, saygıdır, erdemdir ve şerefli bir uğraşıdır. Bunları spor hayatına tatbik eden bir sporcunun başarısızlığında dahi alkışların en büyüğünü alacağını, toplumun gönlünde taht kuracağını söylersek eminim yanlış olmaz. Bir sporcunun toplumu galeyana getirecek en ufak bir fiili bilmeli ki kitleleri ifsat eder, yalancı ve yapmacık hareketi sporun toplum nezdinde kirlenmesine sebebiyet verir. Kirlenmiş bir sporla da toplum yollarını ayırmış ve gemilerini çoktan yakmıştır.
Günümüzde her konuda varlığını hissettiren şiddetin toplumun kanayan bir sosyal yarası olduğunu herkes biliyor. İnsanlar yaşamın tekdüzeliğinden, bunalımından bir nebze olsun sporla uzaklaşıyor. Bir de sporda ahlaksızlıklar veya iğrenç ilişkiler vuku bulursa bu toplum ne ile nefes alacaktır? Tek eğlencesi, hobisi spor olanlar nasıl mutlu olacaklardır? Sporda şikenin olmaması onurlu sporculara ve spor adamlarına bağlıdır. Kendine ahlakı düstur edinmiş bir sporcudan asla şikeye, hileye, çirkefe bulaşması beklenemez. Manevi duyarlılığa sahip her sporcu sahada, kortta, minderde, kısaca nerede olursa olsun katiyen art niyetli değildir. Çıkarları için, yarından kazanma adına dününü ve bugününü heba etmez. Spordan beslenen, sporun evrensel bir iletişim aracı olduğu bilen sağduyulu spor adamı, ahlaksız işlere bulaşmaz. Bu tür insanlar sporda kaliteyi yükseltme ve sporu sevdirme adına ellerinden geleni yaparlar. İşte tam da ihtiyacımız olan şey budur. Sporu her alanda ileriye taşımak ve sevdirmek… Sporun yaşının en az insanlığın yaşı kadar eski olduğu bilinciyle hareket edip spora dört elle namusluca sarılmak. Sporun milyonlarca insanı peşinden sürüklediği gerçeği aynı zamanda sporcuya ve spor adamına ayrı bir misyon yükletmiyor mu? Bu kadar albenisi olan sporun icracısı sporcular ve onların menajer veya yöneticileri kendilerinin toplum nezdinde model alındığını bilmezler mi? O halde nasıl olur da sporcudaki en büyük fazileti-ahlakı ve erdemi-terk edebilirler?
Bütün sporcuların ve spor adamlarının, sporun vazgeçilmezleri olan ahlâk ve maneviyata sımsıkı sarılmalarını, Kuran-ı Kerim ve Peygamber ahlâkıyla ahlâklanmalarını, manevi değerlerden ödün vermeden mesleklerini icra etmelerini temenni ederim.
EKMEK KONULU MAKALEM
İSRAF ETME AKMEĞİNİ KURTAR GELECEĞİNİ
Ekmeği bu kadar çok seven, adeta onunla gönül bağı kurmuş bir başka millet var mıdır acaba? Çünkü gelişmiş ve gelişmekte olan ülkeler, ekmeği fazla tüketmez. Biz de gelişmekte olan bir ülke olduğumuza göre, aslında ekmeği çokça tüketmiyor, bolca sarf ediyoruz. Her neyse biz asıl konumuza dönelim. Ekmek için baş tacı dedik demesine de baş tacı yaptığımız bu veli nimetimizi böylesine savurganca fırlatıp atmaya ne diyelim, ayak bağı, ayak zinciri mi diyelim? Taç değerinde olan bir şeyi nasıl hovardaca israfın kucağına itebiliriz? Başımıza layık gördüğümüz taç, bu kadar mı değersiz? Bu taç, bu denli mi anlamsız?
Bizler gibi inançlı ve müspet toplumlarda şüphesiz ki ekmek gibi bir nimetin kutsallığı, kıymeti vardır. Bu sebeple, tuz ve ekmeğe-iki önemli nimete-bizim gibi düşünen ve yaşayan toplumlarda bir kutsallık atfedilmiştir. Bu sebeplerden değil midir ki, ekmek gibi kutsal, ekmek parası kazanmak, ekmek aslanın ağzında, ekmeğini taştan çıkarmak, ekmek elden su gölden, ekmeğiyle oynamak, ekmeğine yağ sürmek, ekmeğinden olmak, eli ekmek tutmak, ekmek düşmanı, ekmek çarpsın, ekmek çıkarmak, ekmek kavgası, ekmeğine kan doğramak, ekmeğine koç, ekmeğine bütün, ekmeğini ayağıyla tepmek, ekmeğini yemek, ekmeğini eline almak, ekmeğini hak etmek, gibi onlarca deyimle “ekmeği” ağzımıza dolamışız? Elbette ki burada kastedilen ekmek, her zaman gerçek anlamıyla olmasa da-varsın olsun-ekmek sözcüğünün birçok deyimde geçmesi bile ona yüklenen anlam değerinin, önemin göstergesi değil midir? Deyimlerimizde ekmek sözünün çokça geçmesi zihinleri bulandırmaması açısından söyleyeyim, ekmeği çokça tüketen bir toplum olduğumuz için değildir. Ona yüklediğimiz kutsallıktadır. Pekiyi böylesine önemsediğimiz, onlarca deyimde andığımız ekmeği, niçin layık olduğu değere ulaştırmıyoruz? Ona haksızlık yapıyor, israfına sebep oluyoruz. Bu bilinçsizlik, vurdumduymazlık hatta aymazlık içinde milyonlarımızı ve geleceğimizi bile bile hangi gerekçelerle çöpe atıyoruz. Acaba sadece çöpe attığımız, harcadığımız, sarf ettiğimiz sadece bunlarla mı sınırlı? Elbette değil. Ekmek israfıyla birlikte, kaybedilen bir ailenin veya ülkenin ekonomisi, sağlığı, eğitimi, adaleti, ulaşımı değil de nedir? Çöpe giden, geleceğimizin ta kendisidir. Söz konusu israf, yitirilen geleceğimizdir, yok olan ülke servetimizdir. Bir ülke servetini bu türlü har vurup harman savurur mu hiç? Mademki ekmeksiz yapamıyoruz, ekmek yemeden kendimizi yemek yemiş saymıyoruz, bir şekilde doyamıyoruz; o halde ekmeği nasıl tüketmemiz ve tüketemediğimizi de nasıl değerlendirmemiz gerektiğini öğrenmek zorundayız. Unutmayalım, ekmek konusunda bilinçlenmek mecburiyetindeyiz.
Binlerce aile yoksulluk ve açlık sınırının altında ekmek dahi bulmakta güçlük çekerken, ekmeğe karşı gösterdiğimiz bu lakaytlık nedendir bilinmez, toplumumuzun kanayan bir yarası gibi duruyor. Oysa ekmek konusunda bilinçlendirmeler birçok konuda olduğu gibi ta okul öncesi ve ilkokul çağlarında başlamalıdır. Ne demişler: “Ağaç, yaş iken eğilir.” O halde, ekmeğe hürmet bilinci aşılanırsa, ancak o zaman ekmeği israf etmeme konusunda olumlu sonuçlar alınabilir. Ne de olsa çocuklar yarının büyükleri değil midir? O halde ekmek israfı konusunda ilk uyarmalar ebeveynlerin ve okulların görevi olmalıdır. Ben kendi ailemden biliyorum, bugün dahi ebeveynlerimin ve akrabalardan büyüklerimin ekmek konusundaki telkinleri hâlâ kulaklarımda yankılanmaktadır. Bakın birkaç basit ama manidar örnek vereyim: Çocuk yaşlarda bazen sofrada ekmeğin bazı yerlerini beğenmeyip yemediğim, sofranın altına elimin tersiyle ittiğim zamanlar, annem hemen devreye girer: “Oğlum, o kısımları yersen hiçbir vakit köpeklerden korkmazsın.” derdi. Ben de o çocuk aklımla tabii ki ekmeğin o bölümlerini de yerdim. Yahut bazen de babam: “Oğlum, ekmek kırıntıları ayırıp israf etme, günaha girersin, Allah şöyle buyuruyor: ’Yiyiniz, içiniz, fakat israf etmeyiniz.’ Allah, israf edenleri sevmez. Böyle davranırsan soframızda bir daha ekmek bulamayabiliriz, kıtlık olur, o kırıntılara muhtaç oluruz, dinimizde ekmek israfı büyük günahlardandır.” derdi. Elbette ki ben de yine o çocuk edamla ekmek kırıntılarını bile israf etmez, seve seve yerdim. Hiç unutmam, annem evde ezkaza bayat ekmek olduğu vakit, yöremize has bir yemek olan “papara”yı önümüze koyardı. Papara, tereyağı ile küflü lorun, sosyetenin tabiriyle rokforun, bayat ekmekle karışımından müteşekkil bir yemektir. O an yediğiniz, bayat ekmek değil de Halil İbrahim sofrasının ana yemeğidir adeta. Ne yalan söyleyeyim, sırf bunun için ekmeği bayatlatmaya değer.
Ülkemizde yılda 550 bin ton ekmek israfı yaptığımız istatistiklerde mevcuttur. Pekiyi, bu verinin karşılığı nedir? Yılda yaklaşık 1,5 milyar liralık bir israf söz konusudur. Bu da demektir ki, biz yılda bu kadar ekmek müsrifliği yapmasak, yerine, yılda 500 tam donanımlı okul, 80 tam teçhizatlı hastane, 500 km’lik duble yol, 250 adalet sarayı, en az iki havaalanı veya onlarca köprü amenna yapabiliriz. İşte ekmek israfını önleyerek ülkemizin gayrisafi milli hasılasını da yükseltmiş olacağız. Bunun ekonomiye dolaylı katkısını da ekleyin. Örneğin bu binaların yapımı aşamasında kullanılan insan gücünü, malzemeyi, diğer ürünleri, o zaman işin ekonomik boyutu daha iyi anlaşılacaktır.
Evet, biz yiyip içtikten sonra, ekmeğe tekme vuranlardan değil, aksine şükrünü eda edip ekmek yere düştüğünde onu alıp, öpüp, alnımıza koyup, mübarektir diyerek yüksekçe bir yere bırakan nesillerdendik. Şimdi burada hem sosyal bir öğüdün, hem de dini bir telkinin ta çocuk yaşta benliğime nakşedildiği gerçeğinden hareketle, bugün kendi evimde, kolay kolay ekmek israfına-papara yapımı hariç- izin vermeyeceğim bir gerçektir. Her şeyden önce ekmeğin kutsallığı ön plana çıkarılmalıdır. Tüm platformlarda manevi olarak ekmek konusu işlenirse, ekmek müsrifliğin önünü almada daha tesirli sonuçlar elde edilir. Elbette ki yaşı kemale ermişlerin, yani yetişkinlerin böylesi bir çocukluktan gelme motivasyonu, alışkanlığı yok ise, o vakit onların da ekmek israfını önleme konusunda değişik metot ve yöntemlerle bilinçlendirilmesi gerekir. Hele hele bayat ekmeklerin değerlendirilmesi hususunda, zamanlarının çoğunu mutfakta geçiren ev hanımları için bilgilendirmeler daha fazla oyalanmadan yapılmalıdır. Konu ekmek israfı gibi hassas bir konu olunca fertleri bilinçlendirmeye hep fırsat kollanmalıdır. Günde yaklaşık 6 milyon ekmeği çöpe atıyoruz. Bu israfın yarısını satılamayan ekmekler yekûnu tutarken, yarısını da hanelerde yapılan israf tutmaktadır. Bu en az günde 3 milyon ailede ekmek müsrifliği yapıldığının göstergesidir. Yani günde 3,5 milyon lirayı çar çur ediyoruz, yazık değil mi? Her aile o bir ekmeği israf etmese, ülkemizin kasasında 3 milyon ekmek tutarı kadar(günde 3,5 milyon lira) meblağ kalacaktır. Bir başka deyişle 6 milyon ekmek israf edilmese Ankara gibi bir şehrin her gün karnı doyacaktır.
İsraf yalnızca evlerle sınırlı değildir. İsrafın bir başka sebebi de ekmek fırınlarıdır, fırıncılardır. Bakınız mevzuu biraz açayım. Geçen yaz bir vesileyle İstanbul’da üretim yapan özel bir ekmek fabrikasına ziyarette bulundum. İsraftan söz açıldığında bizzat oradaki yetkili ağızlardan şunları işittim: “Günde 6 milyon ekmeğin yarısına yakını, neredeyse biz fırıncılar yüzünden israf oluyor. Satılmadığı için ekmeklerin yarısı satış noktalarından geri dönüyor.” deniliyordu. Şimdi ben de diyorum ki satılacağı kadar ekmeği piyasaya sürelim. Ortalama bir satış rakamı belirleyelim ve ona göre ekmek üretelim. Bir ekmek dahi satılmadığı için iade olunmasın, fırına geri dönmesin. O halde satacağın kadar ekmek üreteceksin, fazla üretimi durduracaksın. Bazen de ekmeklerin şekli bozuk, yanık veya hamur olarak çıktığına şahit oluruz. Bu tarz ekmekleri de israf etmemeliyiz. Bu ekmekler kurutulup öğütüldükten sonra kaliteli una çevrilip pekâlâ kızartmalarda kullanılabilir. Örneğin kıymalı, peynirli gibi yağda kızartılarak yapılan hamur işlerinde kullanılabilir. Bu ekmekler galeta yapılabilir. Elimizin altında ekmek kızartma makineleri, mikro dalga fırınlar mevcut, bayat ekmeği bu aletlerde ısıtıp yenilebilir hale getirebiliriz. O da mı olmadı? Bir tencerenin su buharında ekmeklerimizi yumuşatabiliriz. Yeter ki niyetimiz salih olsun. İsraftan sakınacak başka yöntemler de bulabiliriz. En son çare ise bu bayat ekmekleri tüketemediysek, çöpe gitmektense yem fabrikalarına, besi çiftliklerine verebiliriz. Ancak bunun da bir israf olduğunun altını çizeyim.
Mutlaka her yörenin kendine özgü, bayat ekmeğe dayalı yemek kültürü vardır. Bence bu kültür işletilmelidir. Aile içinde bütün fertlerin ekmek israfını önlemede şuurlu hareket etmesi şarttır. Bu görev de en başta ebeveynlere düşmektedir. Unutulmamalıdır ki çocuklar iyi bir mukallittir.
Sizlerle bir bilgiyi paylaşayım. Ülkemizde yılda yaklaşık 21 milyon ton buğday üretilmektedir. Bu buğdayın 19,5 milyon tonu ihtiyacımıza denk düşmektedir. Ancak, bizler bunun tamamını kullanmaya çalışırken aslında 1,5 milyon ton buğdayı çöpe atıyoruz. Buna bir de ithal ettiğimiz 1 milyon ton buğdayı da ilave edince israfın gerçek boyutu 2,5 milyon tona ulaşmış oluyor. Bu savurganlık, milli servetin havaya savrulmasından başka bir şey değildir. lu da geri dönüşümdür. Pekiyi, ekmeğin bu geri dönüşümü nasıl olabilmektedir? Antalya’dan bir örnek vereyim. Kalkınma Bakanlığı’nın SODES çalışmaları kapsamında geliştirilen bir projeden söz etmek istiyorum. Projede kullanılan teknik aynen şöyledir: Pasta, kek gibi tatlılar; içli köfte ve mantı gibi yemekler bayat ekmek kullanılarak yapılıyor. Şöyle ki; Bayat ekmekler 90 derecede fırınlanıyor, kurutuluyor, öğütülüyor, un haline getiriliyor. Öyle ki daha önce de belirttiğim gibi, mantı dahi yapılabiliyor. Bu sayede de ekmek israfı bir şekilde önlenmiş oluyor. Bu tatlı ve yemeklerin de işlenmiş undan inanın hiçbir farkı kalmıyor.
Bir diğer israfı önleme modeli, ekmeğin dilimlenerek satılması ve ekmeğin ambalâja girmesidir. Bugün hemen her fırında dilimleme makinesi vardır. Ekmeği alırken kesinlikle dilimleterek almalıyız. En azından sofrada yiyebileceğimiz kadar ekmek olur. Yine ambalâjlanmış ekmek, kolayca bayatlamaz, uzun süre dayanıklı olur. Bundan dolayı ekmeği alırken ambalajlısını tercih etmeliyiz. Bu sayede toplu yaşam alanlarındaki (otel, lokanta, pansiyon, okul, hastane, hapishane, askeri kışlalar vb.) ekmek sarfiyatının önüne geçmiş oluruz. Bir de ekmeklerimizi buzdolabında, buzlukta muhafaza edip kullanacağımız kadarını ihtiyaç hâsıl olduğunda kullanırsak bu da bir israfı önleme metodudur. Buzdolabında saklanması nemden arınan ekmeğin küflenmesini önler. Ekmek dondurucuda çok daha uzun süre saklanabilir. Dondurucudan çıkarıldıktan sonra çözülen ekmek, dondurulmadan saklanan ekmeklere göre daha yumuşak ve tüketilebilir olur. Ekmek buzdolabında veya dondurucuda kilitli buzdolabı poşetlerinde saklanmalıdır. Ekmek poşeti hava aldırılmamalıdır. Donmuş ekmekler lezzet kaybına uğramaması için 3 ay içinde tüketilmelidir. Gün içerisinde tüketilecek olan ekmek, taze ve yumuşak kalabilmesi için, kapaklı bir ekmek kutusunda, gıda dolabında, poşet içinde, serin, karanlık ve kuru bir ortamda saklanmalıdır. Ekmek sıcakken poşete konulduğunda nemlenir. Bu da ekmeğin küflenmesine neden olur. Bu yüzden sıcak ekmek soğuduktan sonra poşete konularak saklanmalıdır.
Ekmek israfını önlemede düşünce üretmeliyiz, beyin fırtınası gerçekleştirmeliyiz ve üretken olmalıyız. Ekmeğin israf edilmemesi konusundaki bilinçlendirmelerimizi aile, okul ve tüm sosyal ortamlarda sürekli yapmalıyız. Söz konusu tüm ülkenin geleceği olduğu zaman
herkesin elini taşın altına koyması elzem olur. Bu denli büyük bir müsrifliğin önünde tek başına duramayız, hep birlikte hareket etmek mecburiyetindeyiz. Geleceğimizi göz göre göre çöpe atamayız. Bunu yapmaya da kimsenin hakkı yoktur. Bilinmelidir ki, ekmeğimizi sarf etmek, hovarda davranmak; çiftçinin alın terini ve kendi emeğimizi sarf etmektir. Bireysel ve toplumsal duyarlılığımız ölçüsünde ekmeğimizi israf etmekten kaçınabiliriz. Yazımı şu slogan niteliğindeki cümlemle bitirmek istiyorum: “İsraf etme ekmeğini, karartma geleceğini.”
Yazan: Zekayi TEPİR,
ANADOLU İMAM-HATİP LİSESİ ÖĞRETMENİ
|